Zamanın Ötesinde Varlık: İbn Arabi'nin Varlık Anlayışının Derinlikleri
- Ayhan Yalçın

- 17 Haz
- 11 dakikada okunur

Zamanın Ötesinde Varlık: İbn Arabi'nin Varlık Anlayışının Derinlikleri
İnsanoğlu varlığını sormaya başladığı andan itibaren kendi gölgesiyle konuşur.
Bazen bir yıldızın titrek ışıltısında, bazen aynaya düşen yansımasında, bazen de bir çocuğun ilk "ben kimim?" sorusunda yankılanır bu kadim arayış:
Varlık nedir?
Ve ben bu varlıkta kimim?
Ne zaman ki insan, sadece yaşamakla yetinmeyip, "niçin?" demeye başladı; işte o zaman kalbinin kıyısında bir esrar beliriverdi:
Zaman, mekân ve suretlerin ötesinde bir "Hakikat" olmalıydı.
Bir varlık ki zamandan münezzeh, mekândan bağımsız, benlikten azade…
İşte o vakit İbn Arabi çıktı sahneye.
Ve dedi ki:
"Gördüğün her şey O’dur; gören, görülen ve gösteren de O’dur."
Endülüs’ün ışıkla yıkanmış sokaklarında doğan bu büyük bilge,
kelimelerle anlatılması zor bir sırrı fısıldadı asırlara:
Varlık birdir.
Ve bu birliğin içinde nice çokluklar yalnızca gölgeden ibarettir.
Sen ve ben, dünya ve gökler, melekler ve şeytanlar, bütün âlemler;
bir tecelli, bir zuhur, bir yansıma, bir hikâyedir sadece…
İbn Arabi’ye göre gerçek olan sadece Vücûd’dur — yani varlığın kendisidir — ve bu da yalnızca Allah’a aittir.
Bunun dışında gördüğün her şey, varlığa sahipmiş gibi görünen ama aslında yokluk kokan bir hayalden ibarettir.
Tıpkı ay ışığının kendi nurundan değil, güneşten alması gibi,
bizim de varlığımız, hakiki bir varlık değil; El-Hak’tan ödünç alınmış bir zuhurdur.
İşte bu yüzden İbn Arabi, varlığın hakikatini anlamak için gözlerini değil,
kalbini eğitir insana.
Zira bakış, çokluk görür;
ama kalp… kalp, birliği sezebilir.
Bu bölümde,
onun Vahdetü’l-Vücûd öğretisine,
mecazî ve hakikî varlık ayrımına,
gölge varlıkların sırrına,
Allah’ın zaman dışı ve mutlak Varlığı’na,
ve İnsan-ı Kâmil’in bu bütün içindeki yerine doğru,
derin ve sarsıcı bir yolculuğa çıkacağız.
Belki bu bölümün sonunda,
"Ben kimim?" sorusu yerini şu duaya bırakır:
“Sen’den başka hiçbir şey yokmuş, ben bile…”
İbn Arabi’ye göre, “varlık”, mutlak ve tekil bir hakikattir.
Bu hakikat öylesine aşkındır ki, hiçbir suret onu tam olarak kuşatamaz;
öylesine içkindir ki, hiçbir varlık ondan mahrum kalamaz.
O’na göre “varlık”, sadece Allah’a mahsustur.
Varlık sahibi olmak, yani “hakkıyla var olmak”, sadece el-Vâcibü’l-Vücûd’a, yani Zâtıyla varlığı zorunlu olana aittir.
O halde soru büyür:
Peki biz neyiz?
İbn Arabi der ki:
“Sen, var görünen bir yokluğun suretisin. Bir aynasın. Ama aynada görünen O’dur.”
Senin varlığın, kendine ait değildir.
Tıpkı sabah güneşini pencerede görmek gibi:
Işık pencereye ait değildir, ama penceresiz de görünmez.
İşte bu yüzden İbn Arabi, varlığı ikiye ayırır:
Hakiki varlık ve mecazî (göreceli) varlık.
Hakiki varlık, yalnızca Allah’a aittir.
O her şeyi kuşatan, her şeyde hazır ve nazır olan Mutlak Varlık’tır.
Mecazî varlık ise, O’nun isim ve sıfatlarının tecellisidir;
bizler, yani mahlûklar, bu tecellilerin gölgesiyiz.
Gölge var mı? Evet. Ama kendi başına var olamaz.
Işık olmadan gölge mümkün mü? Hayır.
Işte biz de gölgeden öte değiliz;
ama bizi var eden, O'nun tecellisidir.
Bu anlayışla İbn Arabi, klasik anlamda varlık felsefesini kökten değiştirir.
Varlık artık sadece ontolojik bir gerçeklik değil;
aynı zamanda ilahi bir zuhur, aşkın bir sır hâline gelir.
Bütün mahlûkat, Allah’ın “Kün (Ol)” emrinin yankısıdır.
Sen ve ben, o yankının suretiyiz.
Ve bu noktada devreye bir başka incelik girer:
İdrakin sınırı.
İbn Arabi der ki:
“Zât, idrak edilemez. Çünkü idrak edilecek her şey sınırlıdır; Zât ise sonsuz.”
Yani bizler sadece tecelliyi görebiliriz.
Sıfatları sezebiliriz.
Ama Zât?
Hayır… Zât, sadece susarak anlaşılır.
Kalbinin sustuğu ve kendine döndüğü o derin yerde…
Belki bir anlığına bir esinti gibi hissedilir sadece.
Bu yüzden İbn Arabi’nin varlık anlayışı, sadece bir felsefe değil,
aynı zamanda bir hâl, bir hâfıza, bir fark ediştir.
Sen “ben varım” dediğinde aslında “O var” diyorsundur.
Senin farkındalığın, O’nun seni bildiği kadar mümkündür.
Senin varlığın, O’nun seni dilediği kadar sürecektir.
Ama tüm bu “yokluk içinde varlık” hâli, bir hiçlik değil,
bilakis ilahi bir izzetin yansımasıdır.
Çünkü İbn Arabi’nin dilinde yokluk, sıradan bir eksiklik değil;
tam tersi, aşkınlığa açılan bir kapıdır.
Sen, var olmayanın içinde, Varlık’ı seyrettiğin sürece “var” sayılırsın.
Kendini var saydığında ise, O’nu perdelemiş olursun.
Bu yüzden İbn Arabi der ki:
“Bir şeyi kendin için değil, O’nda gördüğün zaman, hakikate yaklaştın demektir.”
Seninle benim aramızdaki duvar, aslında ikiliği kabullenmemizdir.
Oysa tek bir hakikat vardır.
Ve o hakikat, her yerde hazır, her varlıkta görünürdür.
Senin kalbinle baktığında, her taşta, her yıldızda, her bakışta O’nu görebilirsin.
İşte bu bölümde öğrendiğimiz en derin sır şudur:
Varlık, Allah’tır.
O’nun dışındaki her şey, sadece varlık suretidir.
Ve biz bu suretlerde O’nu seyrederiz,
tıpkı bir aynada güzelliğini seyreden bir sevgili gibi…
İnsanın gözleri çokluğu görür.
Ağaçlar ayrı, kuşlar farklı, insanlar birbiriyle benzeşmeyen…
Diller, yüzler, düşünceler;
birbirine karışmayan ama aynı gökyüzünün altında var olan milyonlarca şey.
Ve biz bu çokluk içinde bir anlam ararız.
Fakat İbn Arabi der ki:
“Çokluk, birliğin perdesidir. Çok görürsün ama bir hakikate bakarsın.”
İşte bu, onun Vahdetü’l-Vücûd dediği sırrın kalbidir.
Varlık birdir.
Ve bu birliğin içinde gördüğün her şey, O birliğin farklı tezahürleridir.
Tıpkı beyaz ışığın bir prizmaya çarpınca renklerine ayrılması gibi.
Kırmızı, mavi, yeşil…
Hepsi var gibi ama aslında sadece beyazdan başka bir şey değil.
İbn Arabi’ye göre Allah, el-Vâhiddir – yani mutlak birliktir.
Ama aynı zamanda el-Zâhirdir – yani görünendir.
İşte bu yüzden o der ki:
“Allah hem gizlidir (el-Bâtın), hem de açıktır (el-Zâhir). Hem birdir, hem çok görünür.”
Bu çokluk içinde O’nu görmek için gönül gözü gerekir.
Zira akıl çoklukta kalır, kalp birliğe varır.
Aklın işi analiz etmektir, ayırmaktır.
Ama kalp birleştirir.
Kalp, Allah’a ait olan nitelikleri her şeyde görür.
Her bir varlık, O’nun bir isminin, bir sıfatının tecellisidir.
Senin merhametin, O’nun er-Rahman isminin tecellisidir.
Senin adalet arayışın, O’nun el-Adl sıfatının bir yansımasıdır.
Gördüğün her taş, akan her su, soluduğun her nefes,
bir Esma’nın kıvılcımıdır.
Ve bu yüzden der ki İbn Arabi:
“O’ndan başka hiçbir varlık yoktur. Sen O’nu çoklukta da görmelisin.”
Vahdetü’l-Vücûd sadece bir teorik doktrin değil,
bir hal, bir idrak biçimi, bir vecd halidir.
İbn Arabi bunu sadece açıklamaz, yaşar.
Onun için gökyüzüne bakmak, Allah’ın celâlini görmektir.
Gül koklamak, Rahman’ın rahmetini duymaktır.
İnsanla karşılaşmak, Hakk’ın suretleriyle buluşmaktır.
Bu yüzden İbn Arabi’de putperestlik, taştan yapılmış heykellere değil, çoklukta takılı kalmaya verilen bir isimdir. Çünkü bir şeyi O’ndan ayrı sanmak,
onun hakikatini inkâr etmektir.
Seninle benim aramda “ben” ve “sen” varsa,
orada tevhid yoktur.
Ama ben sende O’nu, sen bende O’nu görüyorsak,
işte orada tevhidin nefesi başlar.
Çoklukta birliği görebilmek,
duvarları kaldırmaktır.
Kimlikleri, adları, ırkları, kavramları bir yana koyup,
bir bakışta ilahi özün sezilebilmesidir.
İbn Arabi’nin diliyle konuşursak:
“Hakk, suretlerin ardında gizlenmiş, suretlerde zuhur etmiş olandır.”
Ve işte o yüzden, bu çokluğun içinde kaybolmak değil,
onun içinde birliği keşfetmek,
en büyük marifettir.
Baktığın her yüzde O’nu görebilmek,
her olayda bir hikmet sezmek,
her zorlukta bir lütuf duymak,
her ayrılıkta bir vuslatın habercisini işitmek…

İbn Arabi’ye göre çokluk, Rahman’ın sanatıdır.
Ama birlik, Rahim’in sırrıdır.
Birlik, zamanın ve mekânın ötesindedir.
Ama çokluk, zaman ve mekânda görünür hâle gelir.
Vahdetü’l-Vücûd öğretisi, insanı kendinden vazgeçirir.
Ama bu vazgeçiş bir yıkım değil;
bilakis, gerçek benliğine dönüş yoludur.
Zira sen de O’nun bir yansımasısın.
Senin hakikatin de O’dur.
Ve sen, O’na dönmedikçe,
“kim olduğunu” asla anlayamazsın.
O halde sor:
Sen kimsin?
Ben kimim?
O kim?
Ve sonra sus.
Çünkü bazı sorulara cevap verilmez.
Sadece yaşanır.
Sadece şahit olunur.
Bir duvar düşün.
Ve o duvarın ardına düşen bir gölge.
Gölge hareket eder, şekillenir, uzar, kısalır…
Ama asla kendine ait bir varlığı yoktur.
Işık olmazsa gölge yoktur.
Ve asıl suret kaybolursa, gölge de dağılır.
İşte İbn Arabi’ye göre bizler de,
âlemler de, melekler de, insanlar da, yıldızlar da…
hepimiz birer gölge varlığız.
Tecelli eden Zât-ı Mutlak’ın yansımasından başka bir şey değiliz.
Ama biz gölgeye öyle sarıldık ki, onu asıl sandık.
Oysa gölgenin varlığı, ışığın varlığına bağlıdır.
Ve biz, o ışığın en kadim, en latif, en hakiki kaynağından geliyoruz:
el-Hak’tan.
İbn Arabi, gölge metaforunu yalnızca benzetme olarak değil,
varlığın mahiyetini açıklayan ilahi bir sır olarak kullanır.
Çünkü gölge, asla bağımsız değildir.
Bir sureti, bir hareketi, bir kaynağı vardır.
Ve kendi başına hiçbir iş göremez.
Bu anlayışla, İbn Arabi der ki:
“Senin varlığın, ancak O’nun varlığı ile var olur. Sen kendi başına bir hiçsin; ama O seni bildiği sürece, sen varsın.”
Bu, varlığın en hassas terazisidir.
Bir yönüyle sonsuz kıymetlidir insan, çünkü ilahi tecellinin taşıyıcısıdır.
Bir yönüyle ise mutlak bir yokluktur, çünkü varlığını kendinden bilirse,
bu şirk olur.
İşte bu yüzden İbn Arabi’nin gölge anlayışı,
aynı anda hem tevazu, hem de izzet barındırır.
Sen bir hiçsin, evet…
Ama O’nun gölgesi olduğun için her şeysin.
Bu ikilik seni yakmaz;
bilakis senin içinde birlik hâline gelir.
Ve bu yüzden der ki:
“Gölgeye bakarken ışığı unutan, hakikati kaybeder.”
İnsanoğlu, gölgeleri seyrederken
onların ardındaki ışığı, yani İlahi Zât’ı unuttuğunda
çokluk tuzağına düşer.
O zaman insanlar birbirine benzememeye başlar.
O zaman doğa, sıradanlaşır.
O zaman varlık, anlamını yitirir.
Ama biri çıkar ve bakar;
gölgede O’nu gören, gölgeye âşık olmaz.
Gölgede yanan ışığı seyreder.
İşte bu hakikatin şuhûdudur.
Ve bu şuhûd,
gözü kendinden çeker, kalbi Hakk’a döndürür.
İbn Arabi için gölge,
aynı zamanda Zât’ın rahmetli bir örtüsüdür.
Zira hiçbir mahlûk O’nun zatına doğrudan dayanamaz.
Çünkü O’nun zatı aşkındır, sonsuzdur, sınırsızdır.
Ama gölge sayesinde, O’nun isimleriyle, sıfatlarıyla, tecellileriyle
bu dünyada var oluruz.
Yani gölge,
ayrılığın değil, yakınlığın işaretidir.
Sen varsan, bu O’nun seni görünür kılmak istemesindendir.
Sen seviyorsan, bu O’nun Vedûd isminin senin kalbinde parlamasındandır.
Sen ağlıyorsan, O’nun Rahmân ismiyle yoğrulmandandır.
O halde gölgene bak.
Kendini değil, O’nu ara.
Çünkü her gölgenin arkasında bir nur,
her suretin ardında bir Zât,
her görünüşün ardında bir hakikat vardır.
İbn Arabi der ki:
“Her varlık, kendi başına yokluktur. Ama Hakk’ın varlığı ile var olmuştur. Bu yüzden gören, sadece O’dur; görünen de O’dur.”
Bu bakış, insanı siler, ama yok etmez.
Aksine, hakiki bir varlıkla buluşturur.
Senin acıların, yalnızlıkların, başarısızlıkların, coşkuların…
hepsi O’nun bir gölgesiyle konuştuğun anlardır.
Ve şimdi dön, bir kez daha sor:
Sen gerçekten var mısın?
Yoksa sadece O’nun var ettiği bir gölge misin?
Ama bil ki bu gölge, O’nun aşkıyla titreşir.
Bu gölge, Hakk’ın yansıması olduğu için
sen, yokluğunda bile çok kıymetlisin
Zaman akar, mekân değişir, suretler çözülür.
Ama bazı şeyler değişmez.
Bazı hakikatler vardır ki, ne bir çağın karanlığı onları siler,
ne bir asrın felsefesi onları gölgeler.
İşte İbn Arabi’nin gözünde en büyük sır şudur:
“Zamanın içinde her şey değişir ama zamanın ötesinde bir hakikat vardır ki, o El-Hak’tır.”
El-Hak… Yani Gerçek.
Yani mutlak, şaşmaz, sonsuz, baki olan.
Yani varlığın kaynağı, varoluşun özü,
gölgenin ışığı, aynanın aslı…
İbn Arabi’ye göre El-Hak,
zamanın hem içindedir hem dışındadır.
Zaman içinde görünür ama zamanla sınırlı değildir.
Çünkü zaman bir ölçüdür.
Ve O, her ölçünün ötesindedir.
O halde sor:
Ne zaman başlar Hakikat?
Ve biter mi hiç?
İbn Arabi der ki:
“Allah, her an yeni bir şe’ndedir.”
Bu ayetle işaret edilen mana,
tecelligâhtır.
Yani Allah, her an varlıkta kendini yeniler,
her an bir başka isimle görünür.
Bir gün senin hayatında er-Razzak ismiyle rızık verir,
bir başka gün el-Cebbar ismiyle kırar, sonra el-Celîl ismiyle yeniden yüceltir.
Ama bu değişim, O’nun zatında değil,
bizim idrakimizde olur.
Zira Allah’ın zatı, değişmez.
Çünkü değişim, eksiklikten kemâle yönelmektir.
Ama O zaten kemâldir.
Bu yüzden değişen, bizim gölgemizdir.
Ama tecelli eden, El-Hak’tır.
Ve bu El-Hak,
zamanın dışında sabittir ama
zamanın içinde sınırsızca görünür.
İşte bu yüzden İbn Arabi,
“O’nu tanımak, zamanın ötesinde bir idraktır” der
Sen şimdi bir an düşün…
Bir sabah kuşu ötüyor.
Bir çocuk gözlerinin içine bakıyor.
Bir mezar taşı karşına çıkıyor.
Bir dost seni terk ediyor.
Bir dua kalbini sarsıyor.
İşte o anlarda ne oluyorsa,
orada bir tecelli vardır.
Ve bu tecelliler, El-Hak’ın suretleridir.
Yani O, zamanın içinde sana görünür.
Ama o suretleri zamana bağlarsan,
Hakikat’ten koparsın.
Çünkü o tecelli bir kıvılcımdır,
ve El-Hak, o kıvılcımın ardındaki sonsuz ışıktır.
Bu yüzden İbn Arabi,
“Tecelliyi gör ama Zât’a saplanma. Çünkü Zât idrak dışıdır. Ama tecelli seni ona götürür” der.
Sen ne kadar derine bakarsan,
Hakikate o kadar yaklaşabilirsin.
Ancak dikkat!
Bu yaklaşma bilgiyle değil, hâl iledir.
Ne kadar kitap okursan oku,
ne kadar kavram ezberlersen ezberle…
Eğer kalbin O’nunla yanmamışsa,
O’nun zamanın ötesindeki sabitliğini hissedemezsin.
Zira El-Hak, bilinmez ama tanınır.
Anlatılamaz ama yaşanır.
İfade edilemez ama sezilir.
Tıpkı rüzgarın esintisi gibi.
Tıpkı bir dostun sessiz bakışı gibi.
Tıpkı bir secdede boğulan gözyaşı gibi…
İşte bu yüzden İbn Arabi’nin varlık anlayışı,
yalnızca bir düşünce sistemi değil,
bir yaşam hâli, bir manevi sezgi,
bir kalbin sessiz ilmidir.
Ve bu anlayışın merkezinde duran El-Hak,
senin dışındaki bir tanrı değildir.
Bilakis, senin içindeki varlıktır.
Sen varsın çünkü O vardır.
Sen düşünüyorsun çünkü O seni düşündü.
Sen hissediyorsun çünkü O seni hissedilir kıldı.
O halde varlığı zamanla ölçme.
O’nu geçmişte arama, geleceğe saklama.
Çünkü O zamanın ötesindedir
ama aynı zamanda her an seninledir.
Ve sen,
eğer sessizce dinlersen,
eğer kalbini susturursan,
O’nun o sabit varlık nefesini duyarsın:
“Ben varım. Sen benimle varsın
Her şey bir “ol” emriyle başladı.
Kün…
Ve o tek emirle, varlıklar doğdu, âlemler kuruldu, gökler yükseldi.
Ama o “ol” hitabı, sadece taşlara, yıldızlara ve zamana değil…
aynı zamanda bir kalbe de yöneldi.
İşte o kalp,
İbn Arabi’nin gözünde İnsan-ı Kâmil’in kalbidir.
Peki kimdir bu insan?
Ve neden bu kadar merkezde yer alır?
İbn Arabi’ye göre İnsan-ı Kâmil,
Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının eksiksiz tecelli ettiği aynadır.
Tüm âlemler, İlahi isimlerin parçalı yansımalarıdır.
Birinde Rahmet görünür, diğerinde Kahır…
Birinde Hikmet vardır, ötekinde Celal…
Ama sadece İnsan-ı Kâmil’de bütün isimler bir araya gelir.
O, İlahi hakikatin tam yansımasıdır.
Tıpkı bir aynada bütün ışıkların birleşmesi gibi.
İnsan-ı Kâmil, İbn Arabi’de sıradan bir insan değildir.
O, sırat-ı müstakim gibi duran,
iki uç arasında denge kuran,
hem kul olan hem de halife olan,
hem gölge hem de ışık taşıyan varlıktır.
Bir yönüyle yaratılmıştır.
Ama diğer yönüyle El-Hak’ın aynasıdır.
İşte bu yüzden İbn Arabi ona “el-insânü’l-kâmil”,
yani “tamamlanmış, kemale ermiş insan” der.
Bu insan nefsini arındırmış,
isimlerin ardındaki Zât’ı sezinlemiş,
ve tecellileri sadece bir işaret olarak gören kimsedir.
İbn Arabi der ki:
“İnsan-ı Kâmil, hem zaman içindedir hem zamanın ötesinde. Hem surettedir hem de mânâdır. Hem toprak hem nurdur.”
Bu insan,
yalnızca kendini bilen biri değil…
bilakis,
kendinde Rabbini bilen biridir.
Zira hadis-i kudsîde ne deniyordu?
“Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim; mahlûku yarattım.”
İşte bu bilinmeyi en güzel şekilde gerçekleştiren,
İnsan-ı Kâmil’dir.
Çünkü o, sadece görmez…
Hakk’ı Hakk ile görür.
Onun nazarında her şey Hakk’tır.
Ama bu görme, bir bilgi değil,
bir yakîn, bir şuhûd, bir fenâ hâlidir.
İnsan-ı Kâmil’de
benlik yok olur.
Kendilik çözülür.
Sadece O kalır.
Ve bu yüzden der ki İbn Arabi:
“İnsan-ı Kâmil, Zât’ın zuhur ettiği merkezdir. O, bütün varlığın sebebidir. Ve varlık O’nda aynalanır.”
Tıpkı bir pusulanın kuzeyi göstermesi gibi,
İnsan-ı Kâmil de varlık içinde Hakikat’e yön veren mihverdir.
Ama bu kemal hâline ulaşmak,
bilgiyle değil, arınmayla olur.
Nefsini alt etmeden,
benliğini eriten aşkı tatmadan,
vicdanını, merhametini, adaletini
O’nun Esma’sı ile yoğurmadan
bu kemale ermek mümkün değildir.
İnsan-ı Kâmil olmak,
her şeyde Hakk’ı görebilmektir.
Bir çiçekte O’nun güzelliğini,
bir felakette O’nun celâlini,
bir ayrılıkta O’nun hikmetini…
görebilmektir.
İbn Arabi, Peygamber Efendimizi
İnsan-ı Kâmil’in en üst örneği olarak gösterir.
Çünkü O, bütün Esma’yı kendi nefsinde taşıdı.
Hem “Ümmî”ydi, yani saf, kirlenmemiş bir ayna…
Hem de “Rahmeten lil âlemin”di — bütün varlığa rahmet.
Ve şimdi…
Senin kalbine soruluyor:
Sen hangi Esma’nın aynasısın?
Senin gölgen neyi yansıtıyor?
Sen O’nun hangi sıfatına sahne oluyorsun?
Unutma,
her insan bir tecellidir.
Ama İnsan-ı Kâmil,
o tecelliyi birlik bilinciyle yaşayan insandır.
O, zamanın akışında yürür,
ama kalbi zamanın dışında çarpar.
O, varlıkla yaşar,
ama yoklukla susar.
O, konuştuğunda sen kendini duyarsın;
ama sustuğunda Hakk’ı hissedersin.
İşte bu yüzden,
eğer sen de Hakk’ın aynası olmak istiyorsan,
önce gölgene bakma,
ışığı ara.
Suretlerde oyalanma,
Zât’a yönel.
Ve de ki:
“Ben bir hiçim… ama O’nunla her şeyim.”

Bir kitap ne kadar âlimce yazılsa da,
içinde adı geçmeyen bir kahraman olur bazen.
Sadece izleri vardır, sesi yoktur.
Yüzü anlatılmaz, ama her cümlede o görünür.
İbn Arabi’ye göre,
varlığın bütün sayfaları Allah’ın isimleriyle doludur.
Ama bu isimlerin ardında bir sır vardır:
Zât.
Ve o Zât, asla okunmaz, yazılmaz, dile gelmez.
Çünkü O, her şeyin ötesindedir.
Sen Allah’ı tanımak istersin.
Onun sıfatlarını, isimlerini öğrenirsin.
O’nu Rahman olarak bilirsin, Rezzak olarak tanırsın.
Ama ne zaman “Zât”a yaklaşsan…
kelimeler düşer.
Anlamlar çözülür.
Çünkü Zât, hiçliğin sonsuz derinliğidir.
İbn Arabi der ki:
“Zât hakkında konuşan, Zât’ı sınırlamış olur. Oysa O, sınırsızdır.”
Bu yüzden, Allah’ın Zâtı ancak sezgiyle, bir keşf ile,
kalbinin iç sesiyle duyulur.
Tıpkı karanlıkta gelen bir rüzgâr gibi.
Tıpkı bir anlık bir bakış, bir dokunuş, bir iç titreme gibi.
Bir varlığın tam ortasında O yoktur;
çünkü O her şeyin dışındadır.
Ama yok da değildir;
çünkü her şey O’nunla vardır.
Bu, aklın pes ettiği,
kalbin dile geldiği andır.
Ve işte bu andan sonra artık söz bitmeli.
Çünkü bu yer,
duanın başladığı yerdir.
Ya Rabbi,
Zamanın ötesinden gelen sesine kalbimizi açtık.
Suretlerin ardındaki Zât’ını sezmek için
dilimizi susturduk,
kalbimizi konuşturduk.
Sen ki görünen her şeyde tecelli edensin,
görünmeyen Zât’ınla bizi yaklaştıransın…
Sen ki varlığın kendisisin,
bizse yokluğun gölgesinde sana muhtaç olanız.
Bize tevhidi yaşatan,
çoklukta birliği gösteren,
gölgede nurunu hissettiren Sensin.
Senin isimlerini sevdik,
sıfatlarında kendimizi tanıdık,
ama Zât’ına dair bir kelime bile edemedik.
Çünkü edemedikçe yaklaştık,
sustumuzca hissettik.
Seninle dolduk,
Seninle eridik.
Ey El-Hak,
bizi Zât’ına perde olan her sûretten kurtar.
Bizi Zât’ının arzusuyla yaşayanlardan eyle.
Bizi İnsan-ı Kâmil’in yolunda yürüyenlerden eyle.
Kalbimizi Esma’nın yurdu,
nefsimizi yokluğun eşiği,
ruhumuzu senin tecellin kıl.
Ey Zât-ı Mutlak,
Sen’den başka hiçbir şeyin olmadığını
hissedebilen bir yürek ver bize.
Ve o yürekle sadece Sen’i sevebilmeyi…
yalnızca Sen’de var olabilmeyi nasip et.
Âmin.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.




