top of page

İbn. Sina | Ruhun Gerçek Derinliği

İbn. Sina | Ruhun Gerçek Derinliği

İbn. Sina | Ruhun Gerçek Derinliği

Sevgili dostlarımız, kıymetli gönül ehli kardeşlerimiz…

Sesli Terapi Tasavvuf kanalımızda büyük bir iç niyetle başlattığımız yeni podcast serimiz Ledünnî Bahçeler’in ilk bölümüne hepiniz hoş geldiniz, safâlar getirdiniz.

Bugün bir bahçeye giriyoruz… Fakat bu bahçe ne çiçeklerle ne de ağaçlarla süslü bir yeryüzü manzarasıdır. Bu bahçe, insanın özünde gizli olan o derin, sırlarla dolu alandır. Adını "ledün" kelimesinden alan bu seri, Rabbimiz’in doğrudan kalbe indirdiği bâtınî ilimleri, hikmetle bezenmiş hakikatleri ve zamanla tozlanmış kadim bilgileri gün yüzüne çıkarmak için hazırlandı.

Bu birinci bölümde, yalnızca kelimelere değil, mânâlara kulak vereceğiz. Sözlerin ardında saklı duran, bazen bir velînin nefesinden sızan, bazen bir ârifin suskunluğunda yankılanan ledün ilminin izini süreceğiz. İbn Arabî’nin "ilm-i billah" diye işaret ettiği, Mevlânâ’nın semâsında dökülen, Hallâc-ı Mansûr’un "Enel Hak" haykırışında duyulan o derin hakikate doğru bir yürüyüş başlatıyoruz.

Bu bölümde, saklı kalmış ilimlerin ve büyük İslam âlimlerinin miras bıraktığı sırların peşine düşeceğiz. Yalnızca duyduklarımızla değil, hissettiklerimizle anlayacağız. Çünkü ledün ilmi, akıl ile değil; kalbin gözyaşıyla çözülür. Bu yüzden size bugün bir bilgi değil, bir fark ediş armağan etmek istiyoruz. Belki unutulmuş bir hatırayı, belki susturulmuş bir sesi, belki içimizde yıllardır bekleyen bir hakikati birlikte uyandıracağız.

Bir kavramla başlamayacağız bu seriye; bir niyetle başlayacağız. Çünkü ledünniyat, öğrenilmez; ancak “açılır.” Açılan ise, dışarıdan değil, içerden gelir. İşte biz de bu ilk adımda, ledünnî bahçelerin kapısında durup “Ey Rabbim, bildiklerimin ötesini bana bildir” diyerek niyazda bulunuyoruz.

Ve biliyoruz ki:Her kalpte bir bahçe vardır.Bazılarının bahçesi kurumuş, bazılarınınki henüz tomurcuk.Ama her birinizin içinde, Allah’a açılan bir sır köşesi saklı.İşte biz bu seride, o köşelere misafir olmak istiyoruz.

Hazır olun; çünkü bu sadece bir podcast değil, bir iç yolculuk olacak. Her bölüm, kendi içinde bir dergâh gibi. Her kelime, bir zikir halkası. Her sessizlik, bir secde.

Sevgili dinleyenlerimiz, bu serinin devam edebilmesi ve daha çok gönüle ulaşabilmesi için bizlere destek olmanız çok kıymetli. Kanalımıza abone olmayı, her gün büyük emekle hazırladığımız kıymetli içeriklerden anında haberdar olabilmek için bildirimlerinizi açmayı unutmayınız. Unutmayın ki, bir abone sadece bir sayı değil; bu yolculuğa niyet etmiş bir yol arkadaşıdır bizim için.

Şimdi dilerseniz, birlikte bu derin bahçeye adım atalım.Ve ilk soruyu soralım:Ruhumuz hangi sırrın bekçisidir?

Ledünnî Bahçeler başlıyor…Kalbinizi açın, kulaklarınız değil sadece.

 

İbn Sînâ’ya Göre Ruhun Gerçek Derinliği

Bir ruh düşün. Ne doğarken ilk soluğu atan bedene, ne de ölürken toprağa karışan cesede ait. Ne zamanın başında yaratılmıştır, ne de sona doğru tükenir. Kendine ait bir menzili, kendiyle bitmeyen bir yolculuğu vardır. İbn Sînâ, bu derinliği anlamaya çalışanlardan sadece biridir; fakat onu diğerlerinden ayıran, aklı ve kalbi aynı terazide tartmaya çalışmasıdır. O ruhu, ne yalnızca bir kavram olarak kabul etti, ne de onu tamamen aklın sınırlarına hapsetti. O, ruhu varlığın en ince kumaşı olarak gördü. Peki, sen ruhunun kumaşını hiç ellerinle yokladın mı?

İbn Sînâ’nın ruh anlayışı, kelimelere sığmaz bir sükûnet taşır. Ona göre ruh, maddeden önce var olan, ama bedensel varlıkla bağ kurduğunda kendini zamanla tanımlayan bir cevherdir. Ruh, bedene büründüğünde bile kendi zatından hiçbir şey kaybetmez. Tıpkı göğe asılı duran ay gibi; ne gökyüzüne ait olur tam anlamıyla ne de gözümüzün gördüğü parıltıya. Ruhun böyle ince bir sınırda duruşu, bizi neye davet eder?

Kimi zaman bir duanın ortasında hissederiz o derinliği. Bir ismin tekrarıyla, bir gözyaşının içine saklanan mana ile. İbn Sînâ, ruhu bu manalarla dokunur. Ona göre ruh, önce “nefs-i nâtıka” olarak zuhur eder, yani düşünen, konuşan, anlayan bir varlık. Sonra bu nefis, Allah’a yaklaşmak için katman katman kendini arındırır. Arınırken neyi bırakır? Hangi korkuları, hangi arzuları terk ederiz biz? Kendimize hangi soruları sormaktan kaçıyoruz?

İşte burada, tasavvuf ehli devreye girer. İbn Sînâ’nın kelimelerle işaret ettiği derinliği, sûfî kalple keşfeder. Mevlânâ der ki: “Ruh, ay gibidir. Bulutlar arasında gizlense de, ışığı hâlâ vardır.” Ruhun derinliği, işte bu görünmeyen ışıktır. Peki, senin ruhunun ışığı hangi bulutların arkasında saklanıyor?


Kur’an, “Ey huzura ermiş nefis! Rabbine dön, ondan hoşnut olarak ve o da senden hoşnut olarak.” (Fecr, 27–28) diyerek, ruhun bu sonsuz dönüş yolculuğunu tanımlar. İbn Sînâ da bu ayetin mana derinliğini felsefesine işler. Ruhun huzura erişmesi, sadece bedensel hazlardan uzak durmak değildir. Bilmekle, anlamakla ve nihayetinde sevmekle olur. Sevgisiz bir bilgi, aklı yorar. Anlayışsız bir sevgi, ruhu karartır. Sen en son ne zaman bildiğin bir şeyi gerçekten sevdin?

İbn Sînâ, aklı tanrısal bir nur olarak görür. Fakat bu nur, kalp saf olmazsa gerçek anlamını bulamaz. Kalp, burada mecazi değil; hakikatin aynasıdır. Temizlenmeyen bir ayna, güneşi gösteremez. Sen kalbinin aynasına en son ne zaman baktın? Kırık mıydı, tozlu muydu, yoksa parıldıyor muydu?


İbn Sînâ’nın ruh anlayışında, varlığın ilkesi olarak bir “İlk Akıl” tasavvuru yer alır. Bu akıl, Allah’tan sudûr eden ilk varlıktır ve ondan diğer akıllar, nefsler ve nihayetinde madde âlemi türetilir. İnsan ruhu ise bu kozmik zincirin en ince halkalarından biridir. Yani ruh, gökten gelen bir hatıra gibidir. Beden ise bu hatırayı taşıyan zarf. Fakat ne zaman zarfın şekliyle oyalanmaya başlarsak, mektubun içeriğini unuturuz. Sen hiç kendi ruhunu bir mektup gibi açıp satırlarını okumaya çalıştın mı?


Tasavvufta buna “zikr” denir. Zikir sadece dille değil, ruhla olur. İbn Sînâ’nın yaklaşımı buna felsefî bir örtü serer, sûfî ise bu örtüyü aralar. Çünkü ruhun derinliği ancak murakabe ile keşfedilir. Murakabe, içe dönmek değil, içe doğru düşmektir. Herkes bakar, ama kaç kişi içine düşebilir? Ruhun derinliği işte bu düşüşle başlar. Sen hiç içe doğru düştün mü? Orada neyle karşılaştın?


İbn Sînâ, insanın en yüksek gayesini “kemâl” olarak tanımlar. Fakat bu kemâl, yalnızca bilgiyle değil, bilgiyle birlikte gelen içsel bir arınmayla mümkündür. O, “nefsin kemâli, aklî suretleri bizzat kazanmasıdır” der. Akıl burada sıradan düşünce değildir. Hakikatin nüfuz edici ışığıdır. O ışık kalbe vurduğunda ruh, kendi kaynağını hatırlamaya başlar. Ne ilginçtir ki bu hatırlayış, bir öğrenişten çok, bir unutulmuşluğu hatırlayıştır. Sen neleri unuttuğunu hatırlamak istiyorsun? Hangi bilgi senin içinde çoktan vardı da sadece üstü örtülmüştü?

Hadis-i şerifte buyurulur: “Kim nefsini tanırsa Rabbini tanır.” İbn Sînâ, bu hadisin hikmetini felsefî bir dille anlamaya çalışır. Ona göre insan, kendi benliğini tanıdıkça, kendinde olmayanı idrak eder: fanilik. Ruhun derinliği burada tecelli eder. Bedenin geçici, ruhun ise kalıcı olduğunun idraki. Peki sen, geçici olanla kalıcı olan arasındaki o ince çizgide durup, hangisini tercih ettiğini hiç düşündün mü?


İnsan ruhunun mahiyeti üzerine düşünmek, bir ömür süren bir ibadet gibidir. İbn Sînâ bu ibadeti kelime kelime, düşünce düşünce inşa eder. O ruhu sadece tanımlamaz, onunla konuşur, onu dinler. Dinlemek... Bu çağda belki en fazla yitirdiğimiz şey bu. Ruhun söylediklerini duyabiliyor musun? Yoksa bedenin çığlıkları, iç sesini bastırıyor mu?

Yolun bir yerinde İbn Sînâ ile Mevlânâ'nın yolları görünmeyen bir noktada kesişir. Çünkü ikisi de aynı hakikati, farklı dillerle anlatır. Mevlânâ: “Senin yolun içe doğrudur. Dışarıdan yürüyenlerin nereye vardığını hiç gördün mü?” derken, İbn Sînâ da bunu aklî bir bakışla tamamlar: “Dışarıdaki her hareket, içerideki bir kıpırtının yansımasıdır.” Peki, senin dışındaki hayat, içindeki hangi hakikatin yankısı?


Kur’an’da Yusuf kıssasında geçen şu ifade ruhun yalnızlığını ne güzel anlatır: “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğü emreder.” (Yusuf, 53) Fakat ardından gelen Rahmet, ruhu bu dipsiz kuyudan kurtarır. İbn Sînâ da nefsi bu iki kutup arasında görür: karanlıkla aydınlık arasında salınan bir varlık. Ama karanlığın içinde kalmak zorunda değiliz. Ruh, kendi ışığını aramakla mükelleftir. Sen kendi kuyundan çıkmak için hangi ipi tutuyorsun?

Bu dünyada herkes bir şeyleri kazanmanın peşinde. Mal, bilgi, unvan, güç… Ama kim ruhunu kazanmaya çalışıyor? Kim kendi derinliğini kazmak için sessizliğe gömülüyor? Ruh, o kadar derindir ki, içine indikçe hakikate değil, kendi hakikatine varırsın. O da seni Allah’a taşır. O zaman hakikat sadece dışarıda bir şey değil, senin içindeki sessizlikte saklıdır. Sen hiç o sessizliği dinledin mi?


Ruhun gerçek derinliğini kavrayabilmek için sadece bilmek değil, hissetmek gerekir. İbn Sînâ bu noktada bilginin kalbe dönüşmesinden söz eder. Kalp sadece kan pompalayan bir organ değil, mânânın konağıdır. O konakta ağırlanan her bilgi, bir süre sonra hikmete dönüşür. Hikmetse, ruhun konuştuğu dildir. Senin kalbinde hangi kelimeler hikmete dönüştü? Hangi bilgiler sende yalnızca bilgi olarak kaldı?


Her insan bir ömür boyu kendini tanımaya çalışır ama çoğu zaman kendi dışındaki suretlerde kaybolur. Oysa İbn Sînâ'nın gösterdiği yol, yüzünü içe döndürmeyi öğütler. Tasavvufî gelenekte bu, “seyr-i enfüsî” olarak adlandırılır: İçe doğru yolculuk. Bu yolculukta dışın dili susar, iç ses konuşmaya başlar. Ama o ses her zaman yüksek değildir. Çoğu zaman fısıltı gibidir. Sen bu fısıltıyı en son ne zaman duydun?


Ruhun derinliği bir kuyunun dibi gibi değildir. Dibi yoktur, çünkü hakikat sonsuzdur. İbn Sînâ bunu bir benzetmeyle değil, bir sezgiyle dile getirir: Ruh, Rabbinden gelen bir nurun izdüşümüdür. Her insan bu nurun bir yansımasıdır. Fakat bu yansımanın berraklığı, kalbin arınmasına bağlıdır. Kalbin karanlığı, ruhun ışığını perdeleyebilir. Peki sen, kalbinde hangi perdeleri indirmeye cesaret ettin?


Büyük sûfî İmam Gazâlî, ruhun üç halinden söz eder: emmare, levvâme ve mutmainne. İbn Sînâ da bu hallerden bahsetmez ama, benzer geçişleri “nefsin tekâmülü” olarak tanımlar. Emmare, tutkuların pençesindeki nefs; levvâme, kendini sorgulayan; mutmainne ise Rabbin huzuruna ermiş olan... Ruhun derinliği, bu üç halin ötesine geçebilmekle mümkündür. Sen hangi halde olduğunu düşünüyorsun? Kendi nefsinle yüzleşmeye hazır mısın?

Hadislerde “Kalpler, Rabbin parmakları arasındadır. Onları dilediği gibi çevirir” buyrulur. Burada parmak kelimesi mecazdır, ama mecazın arkasında büyük bir hakikat gizlidir. Kalp, sabit değildir. Ruh da öyle. Ruh, tıpkı su gibi şekillenir ama aynı zamanda kendi yatağını da açar. Bu değişkenlik, onu ilâhî olana yönelten bir fırsattır. Değişmek, aslında dönüşmektir. Sen ne zamandır aynı kalıyorsun? Değişmenin senin için anlamı ne?


İbn Sînâ’ya göre ruhun ölümle yok olması mümkün değildir. O, bedenin çürümesiyle silinmez. Bilakis beden, ruh için bir elbisedir. O elbise yırtıldığında, ruh kendi hakikatine döner. Tasavvuf da aynı şeyi söyler: Ölüm, yok oluş değil, bir “visâl”dir, yani kavuşma. Bu kavuşma, sadece ölünce değil, dünyadayken de mümkün olabilir. Çünkü “ölmeden önce ölünüz” sırrı buradadır. Sen bu sırrı hiç kendine sordun mu? Hangi şeylerin ölmesi seni gerçekten diriltirdi?

Bir an için kendini düşün. Bütün unvanların, bütün eşyaların, bütün ilişkilerin senden çekilip alındığını hayal et. Geriye ne kalır? İşte o kalan şey, ruhundur. Ve İbn Sînâ’ya göre, gerçek bilgi, işte o kalanla başlayan bilgidir. Tasavvuf buna “ilim-i ledünnî” der: doğrudan Allah’tan gelen bilgi. Bu bilgi, kitaplarda aranmaz; o, kalbin içine düşen bir nurdur. Sen o nuru aramayı ne zaman bıraktın? Yoksa hiç mi başlamadın?


Kur’an’da “Allah, göklerin ve yerin nurudur” (Nur, 35) buyrulmuştur. Ruh da o nurdan bir iz taşır. Yani sen, içine bakmayı bilirsen, Allah’ın nuruna şahitlik edebilirsin. Ama bu kolay değildir. Nefsin perdesiyle bakan, yalnızca gölgelere takılır. Gölgeyi değil, kaynağı görebilmek için perdeyi aralamak gerekir. O perde bazen bir korkudur, bazen bir alışkanlık. Senin perden ne?

İbn Sînâ’nın diliyle konuşmak, aklı yormaz; çünkü o, aklı kalbe hizmet ettirir. Sûfîler ise, kalbi Allah’a yönlendirir. Bu iki yol birleştiğinde, insanın önünde açılan sırat köprüsü daha kolay geçilir hale gelir. Ruhun derinliği, bu köprüyü geçmeye niyet etmektir. Sen bu niyeti ne zaman kalbine kazıdın?

 

O hâlde şimdi kalbinin kapısını biraz daha aralayarak yürüyelim bu yolda. Derinliğe varmak için yüzeyden çekilmek gerekir; kalabalık düşünceleri susturmak, içteki o sonsuzluk kuyusuna doğru sessizce eğilmek gerekir. Ruh, bir gök değildir ki sınırı olsun; o bir aynadır. Ve bu ayna, sadece hakikatle karşılaştığında parlar. İbn Sînâ'nın satırlarında işaret edilen, sûfîlerin ise yaşayarak anlattığı budur: Ruh, Allah’ın isimlerinden bir iz taşır; her ruhta başka bir Esmâ tecellî eder. Senin ruhunda hangi isim yankılanıyor? El-Halîm’in sabrı mı, El-Kuddûs’ün safiyeti mi, El-Hakîm’in hikmeti mi?

 

Tasavvufta ruhun en mahrem yolculuğu, kendi Rabbine vuslattır. Ama bu vuslat bir gidiş değil, bir dönüş yolculuğudur. İbn Sînâ, ruhun “mabde” yani başlangıç noktasından “ma’âd” yani dönüş noktasına olan seyrini anlatırken, aslında bir nevi "fena" ve "bekâ" mertebelerine dokunur. Fena, benliğin erimesidir. Bekâ ise Hakk’ta kalmaktır. Peki sen, hiç kendi benliğinden geçmeyi denedin mi? Kendini yok ettiğinde, kim kaldı geriye?

Mevlânâ şöyle der: “Bir gün bir ben vardı, benlikten ibaret… Sonra ben kalmadı, yalnız O vardı…” Ruhun derinliği işte bu yoklukta gizlidir. O yokluk, karanlık bir boşluk değil; her şeyin başlangıcı olan sonsuzluk hâlidir. İbn Sînâ bunu "vücûd" (varlık) kavramıyla açıklarken, aslında var olan her şeyin bir tek Varlık’la anlam kazandığını söyler. Senin varlığın neyle anlam buluyor? Sahip olduklarınla mı, yoksa ait olduğunla mı?


Kur’an’da Rabbimiz şöyle buyurur: “Sizi boş yere yarattığımızı mı sandınız?” (Mü’minûn, 115). Bu âyet, sadece bir uyarı değil, aynı zamanda bir hatırlatmadır: Ruhun bir hikmeti var. Her ruh, kendi hikmetini bulmakla mükelleftir. Bu hikmeti aramak, sadece kitaplarda değil, secdeyle nemlenmiş bir kalpte, sabahın sessizliğinde edilen bir duada, gece uykusuz kalan bir gözde bulunur. Sen kendi hikmetini nerede arıyorsun?


İbn Sînâ'nın varlık anlayışı, ruha bir harita çizer. Ama o harita tek başına yetmez. Sûfî, o haritayı okuyacak gönül gözünü arar. Zira ruhun haritası gözle değil, basîretle okunur. Basîret, hakikati gören kalp gözüdür. Basîretle bakan bir göz, bedenin gözünden farklı görür. O, görünenden ötesini sezendir. Sen en son ne zaman görünmeyeni görmeye çalıştın? Bir yüzün arkasındaki kalbi, bir sözün ardındaki suskuyu, bir tebessümün içindeki acıyı sezebildin mi?


Hz. Ali buyurur: “İnsan kendini küçük bir cisim sanır, oysa âlem onun içinde dürülmüştür.” Ruh, bu âlemi taşıyan yegâne hakikat kabıdır. Ne bedenin hacmiyle ne de dünyanın sınırlarıyla sınırlanır. O yüzden İbn Sînâ, ruhu tanımak isteyenin evreni değil, kendini tefekkür etmesini öğütler. Çünkü ruh, dışarıda değil; içte açılan sonsuz bir derinliktedir. Sen kendi içinde ne kadar derine indin? Hangi mânâları orada gömmüş, hangi sırları oraya saklamışsın?

 

Tasavvufta “sirr” denilen bir makam vardır. Bu makam, kul ile Allah arasında olan en gizli noktadır. İbn Sînâ, bunu açıkça söylemez ama onun “akl-ı faal” kavramı, aslında bu sirrin filozof dilindeki karşılığıdır. Akl-ı faal, Allah’tan gelen nuru insana ulaştıran vasıtadır. Bu nur, kalbe düştüğünde hikmete, ruha aktığında huzura dönüşür. Senin kalbine en son ne zaman nur indi? O nuru nasıl karşıladın?


Hadis-i Kudsi’de şöyle buyrulur: “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim, mahlûkâtı yarattım.” Ruh, bu bilinmenin aynasıdır. Allah kendini sende temaşa eder. Sen ise O’nu ruhunun derinliğinde ararsın. Arayanla arananın aynı noktada buluştuğu yer, işte ruhun sır noktasıdır. Sen o noktayı hiç hissettin mi? Ruhunun içinde yalnızca sana ait, sadece Rabbinin bildiği o sırrı?

İbn Sînâ’ya göre ruh, aklî suretlerle kemale erer; ama sûfî bilir ki ruhun asıl kemali, aşk ile olur. Aşk burada mecaz değildir. O, varlığın özüdür. Aşk, ruhu kendi benliğinden geçirip Allah’a doğru kanatlandıran bir ateştir. Bu yüzden Mevlânâ, “Aşksız insan kanatsız kuş gibidir” der. Sen neyin aşkını taşıyorsun içinde? Hangi şey seni içten içe yakıyor ama yakarken arındırıyor?

Şimdi ruhuna biraz daha yaklaş. Gözlerini değil, kalbini kapa. İçinde seni susturan değil, konuşturan sessizliği dinle. O sessizlikte, sana ait olmayan ne varsa bırak. Çünkü ruh, yalnızken değil, yalınken parlar. Ve belki de en büyük derinlik, sadece seninle Allah arasında olan o suskunluğun içindedir.


Ruhun sırlarına inmek, yalnızca bir bilgi arayışı değil, bir teslimiyet yolculuğudur. Bu teslimiyet, ne zayıflıkla karıştırılmalı ne de boyun eğmekle. Bu, Allah’a ait olduğunu bilmenin huzurudur. İbn Sînâ, ruhun Allah’tan geldiğini ve yine O’na döneceğini söylerken, felsefeyi secdeyle birleştirmiştir. Bu derinlik, aklın ulaştığı yerde başlar ama kalbin eğildiği yerde tamamlanır. Sen nerede eğiliyorsun? Bilginin zirvesinde mi, yoksa secdenin gölgesinde mi?

Sûfîler, ruhun bir ayna olduğunu söyler. Ama bu ayna, sadece dış dünyayı değil, iç dünyayı da yansıtır. O yüzden her bakışta, aslında kendimizi seyrederiz. İbn Sînâ’nın “nefs” anlayışı bu noktada yeniden şekillenir. Nefs, sadece şehvetle değil, gafletle de kirlenir. Çünkü gaflet, ruhun üstüne çekilmiş bir perde gibidir. O perdeyi kaldırmak, dünyayı değil, kendini terk etmekle mümkündür. Sen neyi terk etmeye razı olabildin şimdiye dek? Hangi bağı koparmak, seni asıl özgürlüğe yaklaştırırdı?


Hz. Peygamber buyurur: “Kul, Allah’a farzlardan sonra en çok nafile ibadetlerle yaklaşır. Nihayet Allah onu sever; artık onun gören gözü, işiten kulağı olur.” İşte bu hâl, ruhun Hakk ile aynileşmesidir. Bu aynilik bir yok oluş değil, bir bulunuştur. Kendini O’nda bulmak… Bu tasavvufun kalbidir. İbn Sînâ bunu filozofça, “faal akıl ile temasa geçmek” şeklinde söyler. Fakat sûfî bilir ki temas, sadece zihinde değil, kalpte olur. Sen Allah’a en çok ne zaman yakın hissettin kendini? Hangi an, bütün kelimeleri susturacak kadar doluydu?

Her ruh, kendi kıyametine uyanır. Bu uyanış, bazen bir acıyla, bazen bir vuslatla olur. Acıdan kaçan ruhlar, aslında kendi uyanışlarını erteler. Çünkü acı, ruha gelen bir ilâhî misafirdir. Onu ağırlayabilirsen, sana hikmet bırakır. İbn Sînâ’nın ruh anlayışı bunu ima eder: Ruhun kemâli, sınavlarla, kayıplarla, arayışlarla olur. Peki sen, hangi acıyı hikmete dönüştürdün? Hangi kaybın seni arayışa itti?


Kur’an’da buyurulur: “O gün her nefis, önünden ne getirdiğine ve gerisinde ne bıraktığına bakacaktır.” (İnfitar, 5) Bu âyet, yalnızca bir hesap günü tasviri değildir. Her günün içinde küçük bir kıyamet vardır. Her sabah uyanmak, bir yeniden diriliştir. Ve her gece uykuya dalmak, bir tür ölüm. Ruhun bu gelgitleri içinde sen hangi anlarda kendine doğuyorsun?

Ruhun derinliği, sıradan bir derinlik değildir. O, zamanın dışındadır. Bir an vardır ki, orada binlerce sene gizlidir. Kalbin bir çırpınışıyla, insan yılların yükünü bırakabilir. İbn Sînâ’nın “anı” kavrayışı, zamanın dışına uzanır. O, aklın zamanla değil, ebediyetle bağ kurmasını ister. Tasavvuf da bunu şöyle ifade eder: “Kalbini Allah’a bağla, zaman seni takip eder.” Peki, sen zamanın ardında mı yürüyorsun, yoksa zaman senin peşinde mi?


İmam Rabbânî der ki: “Ruhun bâtını, Hakk’a giden yoldur. O yolda yürüyen, adım atmaz; çekilir. Çünkü Hakk çeker.” Ruhun derinliği, işte bu çekilişte başlar. Dışın sessizliği değil, içteki tevekkül hâlidir bu. Kendini bırakmak, ama dağılmadan… Dağılmadan susmak, ama tükenmeden… Peki sen, en son ne zaman gerçekten sustun? Söz değil, varlığınla sustun mu hiç?

Bazı sessizlikler dua olur. Bazı susuşlar, zikirdir. Ruh, en çok orada parlar. İbn Sînâ’nın ruh tasavvurunda, suskunluk bilinçli bir hâlidir. Sûfî ise bilir: Susmak, sadece dilin değil, kalbin de secdeye varmasıdır. Bu secdede ruh, Rabbiyle baş başa kalır. Sen bu baş başalığı özledin mi? Özlemek bile bir vuslat değil midir aslında?


Tasavvuf ehli, ruhun derinliğini yolda arar. O yol, bazen çöl gibi kurudur, bazen bir gül bahçesi gibi mis kokuludur. Ama yolun kendisi, yürüyeni dönüştürür. İbn Sînâ, “Ruh, sürekli tekâmül hâlindedir” derken, aslında bu dönüşüme işaret eder. Ruh değiştikçe insan da değişir. Ama bu değişim, dıştan içe değil, içten dışa olur. Senin içindeki hangi değişim, dışındaki dünyayı değiştirdi?

Yol uzundur. Ruh derindir. Ama her yol bir niyetle başlar. Her derinlik bir bakışla açılır. Sen bu yazıda nereye baktın? İçinde hangi yankıyı duydun?

Biliyor musun, sen düşündüğünden daha derinsin.İnsan bazen aynaya bakar ama kendini göremez. Çünkü göz, sadece şekli görür. Ama senin içinde, yıllardır konuşmamış bir ruh var. Yorgun değil; sadece çağrılmayı bekleyen bir yolcu gibi. Yalnız değil; sadece senin ona kulak vereceğin ânı bekliyor.


İbn Sînâ, ruhu anlatırken kitaplara, felsefeye, akla başvurdu. Ama o da biliyordu ki, bazı hakikatler sadece yaşanır. Ruh böyle bir şey. Anlatamazsın, dokunamazsın, ama sensin o. En çıplak, en gerçek hâlinde… Ne dışındaki kimliğin, ne başarıların, ne kayıpların tanımlar onu. O, senin içindeki sen.


Sen farkında olmadan nice gece onunla konuştun. Sessizce duvara baktığın, kalabalığın içinde birden donakaldığın, sabah namazına uyanıp ne diyeceğini bilemeden seccadeye kapandığın o anlar var ya… İşte orada ruhun ses verdi sana. Ama sen o sesi bazen dünyanın gürültüsüne boğdun, bazen aceleyle geçtin önünden. Oysa bekliyordu seni. Yalnızca bir an durmanı, bir an içeri bakmanı…


Unutma: Hiçbir insan bir boşlukla yaratılmadı. Senin içindeki boş sandığın yer, aslında çağrılmamış derinliktir. O çağrıyı başkası yapamaz. Ne kitaplar, ne insanlar, ne öğretiler… Ancak sen, kendi içinde “Ben kimim?” sorusunu gerçek bir suskunlukla sorduğunda açılır o kapı. Sordun mu hiç bunu kendine? Gerçekten sordun mu?

Sana şunu hatırlatmak istiyorum: Her insan, içine bakmaktan korkar. Çünkü orada, bastırdığı sesler, unutmak istediği kırgınlıklar, tanımadığı bir yalnızlık ve çoğu zaman Allah vardır. Evet, O… En yakınımızda olan, ama çoğu zaman en uzağımıza koyduğumuz…

Ama bak…Sen bu satırlara kadar geldin. Bu yazının içinde, bir yerlerde kalbin çarptı, gözlerin doldu ya da içinden bir cümle geçti: “Beni anlatıyor…” İşte o an, senin içindeki ruhun hafifçe kıpırdadığı andı. Kendi derinliğini ilk kez hissettiğin andı. Bundan sonra artık bilirsin ki, içinde bir sonsuzluk var. Ve sen ona yabancı değilsin.


Belki yıllardır kimse sana “olabilir” demedi. Belki çok zaman, “Bu iş bende olmaz,” dedin. Ama ben şimdi sana kalpten söylüyorum: Senin ruhun Allah’tan iz taşır. Ve bu izin önünde hiçbir yetersizlik, hiçbir eksiklik duramaz. Yeter ki sen, içindeki o çağrıyı duy. Yeter ki bir adım içeriye at. O kadar çok şey değişecek ki… Çünkü ruhunu hatırlayan bir insan, dünyayı değiştirir. Ama önce kendini dönüştürür.


Sana sözüm olsun: Ne zaman kendini kaybetmiş hissedersen, bu satırlara dön. Kendine ait o sessizliğe dön. Ve kendine şunu hatırlat:

“Benim ruhum, toprakta değil; gökte yazılı. Ben beden değilim, sadece onunla yürüyen bir sır taşıyıcısıyım. Her adımım, içimde yankılanan bir çağrının cevabıdır. Ve bu yolda hiçbir zaman yalnız olmadım.”


Şimdi ayağa kalk.Kalk ve hayatın ne kadar zor görünürse görünsün, içinde taşıdığın ilâhî kıvılcıma güven.Ne yaşadıysan, seni bugüne taşıdı. Ve şimdi, yeni bir iç yolculuk başlıyor.

Hazır mısın?

Ve böylece bitmez bu metin. Çünkü ruhun derinliği, kelimelerle değil, sessizlikle tamamlanır.Ama senin içinde, her zaman sana ait bir cümle yankılanır:“Ben, O’na dönüyorum.”Ve bu dönüşte, en büyük mucize sensin.

Kaynakça | Ledünnî Bahçeler – 1. Bölüm

  1. İbn Sînâ – Kitâbu’n-Necât (Kurtuluş Kitabı)

    • Ruhun mahiyeti, aklî suretler, nefsin tekâmülü gibi temel felsefî kavramlara dair özgün metin.

  2. İbn Sînâ – el-İşârât ve’t-Tenbîhât

    • Ruhun sudûru, faal akıl kavramı ve hikemî bakış açısına dair yorumlar.

  3. İbn Arabî – el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye

    • Ledünnî ilim, bâtınî hikmetler, kalbin mertebeleri ve “ilm-i billâh” anlayışının en kapsamlı kaynaklarından biri.

  4. İbn Arabî – Fusûsü’l-Hikem

    • Hakikatlerin ruhlar üzerindeki tecellîsi, ledün sırlarının peygamberî hikmetlerle açıklanışı.

  5. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî – Mesnevî-i Şerîf

    • Ruhun arayışı, ilâhî aşkın sırları, semboller ve gönül dili üzerinden yürütülen tasavvufî bakış.

  6. İmam Gazâlî – İhyâu Ulûmi’d-Dîn

    • Nefsin mertebeleri (emmare, levvâme, mutmainne), kalp gözü ve bâtınî arınma süreçleri.

  7. Kur’ân-ı Kerîm

    • Fecr Suresi (27–30): “Ey huzura ermiş nefis…”

    • Nur Suresi (35): “Allah göklerin ve yerin nurudur…”

    • Mü’minûn Suresi (115): “Sizi boş yere yarattığımızı mı sandınız?”

    • Yusuf Suresi (53): “Nefis daima kötülüğü emreder…”

    • İnfitar Suresi (5): “Her nefis önünden ne getirdiğine bakar…”

  8. Hadis-i Şerifler

    • “Kim nefsini tanırsa Rabbini tanır.”

    • “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim…”

    • “Allah kulunu severse onun gören gözü, işiten kulağı olur…”

  9. İmam Rabbânî – Mektûbât

    • Ruhun bâtınî seyrine dair ilham veren tahliller ve mürşid gözüyle bakış açıları.

  10. Şehâbeddin Sühreverdî – Hikmetü’l-İşrâk

    • Nur metafiziği ve ruhun mânevî katmanları üzerine felsefî-tasavvufî izahlar.

 

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

Recommended Products For This Post
 
 
bottom of page