Zamanın Sırlı Yolu. İbn. Arabi Hz.
- Ayhan Yalçın

- 17 Haz
- 15 dakikada okunur

İnsan çoğu zaman bir yolun içinde olduğunu bilmeden yürür. Ayaklarının değdiği toprak ona yalnızca bir yön verir. Fakat ruh, yönle değil, derinlikle ilgilenir. Çünkü ruh, sadece gitmez. Aynı zamanda duyar. Gördüğüyle yetinmez, sezdiğine yönelir. İşte zaman da, bu duyma yolculuğunun en sessiz refakatçisidir. Herkes zamanı yaşar. Ama çok az insan zamanı tanır. Zamanı tanımak, sadece onun geçtiğini bilmek değildir. Zamanı tanımak, onun içinde kendini duymaktır. Ve bu duyma, sıradan bir işitme değil, ruhun içten içe açılmasıdır.
İbn Arabi’ye göre zaman, dışarıdan geçen bir çizgi değildir. Zaman, insanın içinde yankı bulan İlahi bir sestir. Bu ses, her insana aynı şekilde gelmez. Kimi zaman bir acıyla, kimi zaman bir huzurla, kimi zaman hiçbir şeyin açıklanamadığı bir boşlukla gelir. Ve bu geliş, insanı dıştan değil, içten değiştirmeye başlar. Zaman, onun için artık geçen bir şey değil, içinde gelişen bir şey olur.
Her insanın içinde yürüdüğü ama çoğu zaman fark etmediği bir yol vardır. Bu yolun taşları ne bir haritada görünür, ne bir sesle işaret edilir. Bu yol, sessizliğin içinden kıvrıla kıvrıla geçer. Ve bu yolun adı, zamandır. Ama bu zaman, takvimlerin yazdığı zaman değildir. Bu zaman, ruhun kendi iç saatidir. Ruhun içinde attığı her ritim, zamanla bir olur. Ve bir an gelir, insan artık zamanı hissetmez. Zamanın kendisi olur. Bu olduğunda, zaman durmaz. Fakat onun üzerindeki perde aralanır. Ve insan artık zamanı taşıyan değil, zamanla birleşen bir varlığa dönüşür.
Zamanın sırları her an gözümüzün önünde akar. Bir çocuğun gülüşünde, yaşlı birinin ellerinde, sabahın serinliğinde, akşamın sessizliğinde… Ama bu sırları görmek için bakmak yetmez. Görmek için durmak gerekir. Çünkü zaman koşanlara değil, duranlara açar sırrını. Duran insan, zamanı gözlemlemeye başlar. Gözlemleyen insan, zamanın nasıl şekil değiştirdiğini, nasıl içinde dönüştüğünü fark eder. Ve bu fark ediş, insanın kendi zamanına uyanmasıdır. İşte ruhun zamanı bu uyanışla başlar.
Ruh, doğduğu anda zamana girmiş olmaz. Ruh, zamanla karşılaştığı anda kendi doğumunu yaşar. Bu karşılaşma dış dünyada bir olayla gerçekleşmez. Bu karşılaşma, içte bir hissin yankısıyla başlar. İnsan hiçbir şey söylemeden suskunlaşırsa, o suskunluk içinde bir titreşim başlar. Bu titreşim zamanla değil, ruhla ilgilidir. Ve zaman bu titreşime cevap verdiğinde, artık insanda bir ayrılık kalmaz. İnsan, zamanı uzakta akan bir nehir gibi görmekten vazgeçer. Artık zaman, onun içinde akan bir hikâyeye dönüşür.
İbn Arabi, zamanın bir yönü olmadığını söyler. Çünkü o, sadece ileri gitmez. Bazen geriye döner, bazen olduğu yerde kalır, bazen bir anın içinde sonsuzluğa açılır. Ruh da aynıdır. Bir gün çok şey öğrenmiş gibi hissederiz. Ertesi gün, bir anda unuturuz. Geçmiş bizi terk etmez. Gelecek bizi beklemez. Her şey şimdiyle iç içedir. Bu yüzden zaman düz bir çizgi değil, iç içe geçmiş halkalar gibidir. Bu halkalar arasında yürüyen ruh, bazen aynı noktaya döner. Ama o dönüşte artık başka bir gözle bakar.
Bir düşünce gelip geçer, sonra bir duygu onun izini sürer. Günler sonra yaşanan bir olay, o düşünceyle örtüşür. İnsan hayret eder. Çünkü zaman sanki bir örgü gibi örülmüştür. Ve biz, bu örgünün ilmeklerinde yaşarız. O ilmekler kopmaz. Sadece bazen gevşer, bazen sıkılaşır. Ve bu sıkılaşma, insanı içten içe dönüştürür. İşte bu dönüşümde ruh, zamanla bütünleşmeye başlar.
Zamanın sırları, sadece sezgiyle çözülür. Zihin zamanın içini ölçebilir. Ama ruh, zamanın arkasını duyar. Zihnin hesapladığı anlar, ruhun sezdiği boşluklarla tamamlanır.
Ve bu boşluklar, aslında İlahi olanın insanla konuştuğu en derin alanlardır. İnsan her şeyi konuşarak anlatmak ister. Ama zaman, kelimelerden çok sessizlikle anlaşılır. Bu yüzden bir an gelir, insan susar. O susuşta zaman açılır. O açılışta ruh genişler. Ve bu genişleme, insanı dünyaya değil, sonsuzluğa taşır.
Zamanla bütünleşmek, hayatı ağır ağır yaşamak değildir. Zamanla bütünleşmek, her âna onun taşıdığı derinlikle temas edebilmektir. Çünkü bazı anlar bir ömre denk gelir. Bazı susuşlar bir hayatı tamamlar. Bazı bakışlar bir kalbin aynası olur. Ve bunların hepsi, zamanı tanımaya başlayan ruhun işaretleridir. Ruh artık geçip giden zamanlara değil, içinde taşıdığı zamanlara kulak verir. Ve bu kulak verme, onu derinleştirir. Bu derinlik, bir bilgiden değil, bir hissedişten doğar.
İşte ruhun zamanı budur: Ne saatin sesiyle duyulur, ne takvimin yaprağında yazılır. Ruhun zamanı, insanın içe döndüğü ve dış dünyanın gürültüsünün sustuğu bir anda başlar. Bu an ne kadar sürer bilinmez. Ama o an başladığında, artık her şey yerini bulmaya başlar. Çünkü ruhun zamanı, İlahi zamanla birleştiği anda kendini tamamlar.
Zamanla uyumlanan bir ruh, artık dünyayı aynı gözle izlemez. Her hareketin içinde bir anlam, her duruşun içinde bir niyet, her bekleyişin içinde bir ders görür. Çünkü zaman, artık sadece dışarıdan geçen bir şey değildir. Zaman, onun içindeki varlığın yankısıdır. Ve bu yankı, her insanda farklı bir melodiyle duyulur. Kiminde sabırla çalar, kiminde özlemle, kiminde sükûnetle… Ama ne olursa olsun, zaman hiçbir zaman susturulamaz. O her an konuşur. Ve bu konuşmayı sadece duyan değil, anlayan ruhlar hisseder.
İbn Arabi, zamanın içindeki sırrın ancak varlık bilinciyle çözüleceğini söyler. Varlık bilinci, sadece “ben varım” demek değildir. Varlık bilinci, “benim var oluşumun bir anlamı var” diyebilmektir. Bu anlam zamanın içindedir ama zamandan da büyüktür. Çünkü zaman akarken, ruh sabit kalmaz. Ruh da akışa katılır. Ve ruhun bu katılımı, onu sadece bir gözlemci olmaktan çıkarır. Artık o, zamanın içindeki İlahi yazının bir harfine dönüşür. Ve her harf, bir duadır.
Zamanla birleşen ruhlar, artık başlangıç ve sonla ilgilenmez. Onlar için her an bir tamamlanıştır. Bir insanla karşılaştığında ne zaman tanıştığını bilmezsin ama içinden bir sıcaklık geçer. Bu sıcaklık, zamanın kelimelerle yazılamayan hikâyesidir. O hikâyede tanışıklık, sadece bu hayata ait değildir. Çünkü ruhların buluşması zamanla değil, kaderle olur. Ve kader, zamanın içinde yazılsa da, zamanla sınırlı değildir. Kaderin harfleri zamanın içinde okunur ama manası zamanın arkasında kalır.
Bazı insanlar hayatlarına bir yabancının sessizliğiyle girer. Ne çok konuşur, ne çok anlatır. Ama onun varlığı bile zamanın ritmini değiştirir. İşte bu insanlar zamanın habercileridir. Onlar ruhun içindeki zamanı dürter. Bir şeyleri hatırlatır. Adını koyamadığın bir özlemi, geçmişin bir yankısını, geleceğin sessiz fısıltılarını… O kişi belki sadece birkaç gün kalır, belki birkaç saat. Ama içinden bir zaman çekip götürür. Ve ardından içinin başka bir ritimle attığını fark edersin.
Zamanın içinde yürümek, insanı yorar. Ama zamanla yürümek, insanı besler. Çünkü zamanla yürüyen insan, zamanın karşısına dikilmez. Onunla birlikte akar. Bu akış, insanın teslimiyetini gösterir. Teslimiyet, edilgenlik değildir. Teslimiyet, İlahi olanı duymanın inceliğidir. Her şeyi anlamak değil, her şeyin anlamlı olduğunu sezmek… İşte bu sezgi, ruhu hafifletir. Zamanın ağırlığını azaltır. Ve insanın yürüyüşü sessizleşir.
Ruh zamanla bütünleştiğinde ne hız kalır ne acele. Her şey yerli yerindedir. Ne erken gelir ne geç. Ne fazla olur ne eksik. Bu denge, dış dünyanın sunduğu ölçülerle değil, iç dünyanın sezgisiyle kurulur. O sezgi, çoğu zaman sessizlikle açığa çıkar. Konuşulmayan ama anlaşılan bir bilgi gibi. Gözle görülmeyen ama hissedilen bir el gibi. O hâlde insan artık karar vermez. Kararın kendisi olur. Seçmez. Seçilmiş olmanın farkına varır. Bu farkındalık, zamanı bir yük olmaktan çıkarır. Zaman bir dost olur.
İlahi zaman, ruhun derinliğiyle buluştuğunda, geçmişin yükleri çözülmeye başlar. İnsan artık hatıraların içinde boğulmaz. Çünkü ruh, zamanı sadece geriye bakan bir ayna olarak görmez. O aynaya geleceğin ışığı da düşer. Bir anın içinde hem geçmiş hem gelecek vardır. Çünkü o an, sonsuzluğu taşır. Ve bu sonsuzluk, sadece ruhun derinliğinde hissedilir. Ne gözle görülür ne kelimeyle tarif edilir. Ama insan birden, hiçbir şey yapmadan huzura erdiğini fark eder. Bu fark ediş zamanın içindeki İlahi sırra dokunmaktır.
Zamanın sırlı yolu, her insanda aynı şekilde açılmaz. Kimi zaman acıyla başlar, kimi zaman bir yalnızlıkla, kimi zaman bir neşe anında… Ama her zaman, içinde bir sessizlik taşır. O sessizlik, sözlerin bittiği, düşüncelerin geri çekildiği bir boşluktur. Ve bu boşluk, ruhun kendi hakikatine kavuştuğu en saf yerdir. Orada zaman artık dışarıda değil, içtedir. Ve o içteki zaman, sana kendi yolunu gösterir.
Bu yol, haritada yoktur. Bu yol, başkalarının tecrübeleriyle çizilmez. Bu yol, sadece senin içinde yürür. Ve sen her adımda hem zamanı aşarsın, hem kendine yaklaşmış olursun. Çünkü zamanla bütünleşen ruh, en sonunda kendini duymaya başlar. Bu duyma, ne bir sesle başlar ne bir görüntüyle. Sadece bir varoluşun içten gelen sıcaklığıyla belirir. Ve bu sıcaklık, seni hiçbir yere götürmez. Seni sadece olduğun yere derinleştirir.
İşte bu derinlik, zamanın sana açtığı en büyük sırdır. Sen artık zamanın içinde yürüyen bir yolcu değilsin. Sen, zamanın içindeki sessiz bilgiyi taşıyan bir ruhsun. Ve bu ruh, zamanı değil, İlahi olanı taşır. İşte bu taşımayla birlikte, ruh zamanı tanır. Zaman da ruhu tanır. Ve bu tanışma, insanın kendini ilk kez duymasıdır.
Zamanla bütünleşen bir ruh, artık dış dünyadaki karmaşayı bir perde gibi izler. Eskiden derin yaralar açan olaylar, şimdi sadece anlamın kapısını aralayan işaretlere dönüşür. Çünkü acı, zamanın dışından gelmez. Acı, zamanın içine bırakılmış bir anahtardır. O anahtar, sadece ruh yeterince sessizleştiğinde dönmeye başlar. Ve o an, insan geçmişin ağırlığını taşımaz artık. O an, geçmiş bir öğretmene, acı bir eğitime, eksiklik bir derinliğe dönüşür. Ve bu dönüşüm, zamanın gerçek yüzünü gösterir: Öğreten, dönüştüren ve taşıyan bir dost.
Beklemek… zamanla en çok özdeşleştirilen kelimelerden biridir. İnsan beklerken zamanı hisseder. Ama ruh zamanı sadece beklerken tanımaz. Ruh, beklediği şeyin içindeki İlahi düzeni sezdiği anda uyanır. Bazen bir şeyin gelmesi değil, gelmemesi öğretir. Bazen beklenen olmaz ama o boşlukta başka bir pencere açılır. Ruh, sabretmekle yetinmez. Sabırdan sonra neyi duyduğunu fark eder. İşte bu fark ediş, bekleyişin en derin meyvesidir. Çünkü zamanla konuşan ruhlar, olayların değil, aralarındaki boşluğun mesajını okur.
Her şeyin sustuğu bir an gelir. O anın içinde bir kayıp vardır. Belki bir insan, belki bir hayal, belki bir yol. Ama kaybın içinde bir duruluk da vardır. Çünkü kaybolan şey, aslında seni zamanı sezebileceğin bir yalnızlığa götürmüştür. Bu yalnızlık, sadece bir boşluk değildir. Bu yalnızlık, ruhun kendi sesiyle tanıştığı bir mekândır. Ve orada artık dışarıdan gelen hiçbir ses kalmaz. Yalnızca içte yankılanan zaman kalır. O zaman ne geçmişe ait ne geleceğe... Sadece “şimdi”yle bütünleşmiş bir varlık alanıdır.
İbn Arabi, zamanın içindeki sessizliği en büyük sır olarak görür. Çünkü o sessizlik, varlığın kendisiyle konuşmaya başladığı ilk andır. İnsan düşünürken değil, susarken değişir. Susmak bir eksiklik değil, bir doluluğun işaretidir. Kelimelerin taşıyamadığı anlamı sessizlik taşır. Ve bu sessizlik, zamanla bütünleşen ruhun en kıymetli dilidir.
Bir insan ne zaman zamandan kurtulur? Bu soru belki cevapsız görünür. Ama aslında her insan, zamanla birleştiği anda onun üstüne çıkar. Artık zamanın geçmesini istemez. Geçen her ânı seyreder, hisseder, kabul eder. Çünkü bilir ki, zamanın taşıdığı her şey onun iç dünyasına bir yankı olarak geri döner. Ve bu yankı, insana ne kaybettiğini değil, ne kazandığını öğretir. Ruh, kayıpta da bir armağan bulmaya başladığında, artık zaman onu esir edemez. Çünkü o, zamanla dostluk kurmuştur.

İnsan zamanla konuşmaya başladığında, her olay ona bir cümle gibi gelir. Bir karşılaşma, bir ayrılık, bir bekleyiş, bir sessizlik… Hepsi bir cümlenin parçası olur. Ve bu cümleler bir hikâye oluşturur. Bu hikâyede ne yazar ne okur vardır. Sadece sezgiyle akan bir anlam vardır. Bu anlam, kelimelere dökülmez. Sadece yaşanır. Ve bu yaşanmışlık, zamanın içindeki İlahi sırla yazılmış bir kitap gibidir. Bu kitabı okuyan bir kalp, artık susmayı bilir. Çünkü bilmek, konuşmak değildir. Bilmek, içteki duruluğa ermek demektir.
Zaman, insanı yalnızca yaşlandırmaz. Aynı zamanda büyütür. Ama bu büyüme, dışarıdan görünmez. Ne bir rütbe verir, ne bir ses yükseltir. Sadece bir yumuşaklık bırakır geride. Artık tepki vermez insan. Artık kavga etmez. Çünkü zamanın içindeki düzeni görür. Ne kaybolanın ardında yıkılır, ne gelenin ardında gururlanır. Her şeyin İlahi bir ölçüyle geldiğini hisseder. Ve bu hissediş, insanın kendine en çok benzediği hâlidir.
Bazı anlar olur, hiçbir şey olmaz. Ama o anın içinden geçerken bir şeyin değiştiğini sezeriz. Bu değişim dışarıdan anlaşılmaz. Ama insan bir daha eskisi gibi olamaz. O an, zamanın içindeki İlahi dokunuşun gerçekleştiği andır. Bazen sadece bir kuşun uçuşunda, bazen bir şarkının melodisinde, bazen bir yabancının gözlerinde gerçekleşir. Ve ruh bu dokunuşu duyduğunda, artık zamanla mücadele etmez. Zamanla yürümeyi seçer.
İbn Arabi’ye göre, en büyük bilgelik, zamanın taşıdığı işaretleri okuyabilmektir. Çünkü zaman konuşur. Ama yüksek sesle değil. Sadece anlayana… Sadece içini susturabilene… Sadece bakarken gören, dinlerken hisseden kalplere…
Ruh zamanla bütünleştiğinde, artık hayat sadece yaşanmaz. Hayat okunur. Ve bu okuma her gün yeniden başlar. Her sabah yeni bir kelimeyle, her akşam yeni bir cümleyle tamamlanır. İnsan yazmaz bu metni. Ama insan, bu metnin parçası olduğunu hissettiği anda, artık yalnız değildir.
Zamanı duyan bir ruh, artık olaylara tepki vermez. Onları dinler. Her olayda kendine söylenen bir şey olduğunu bilir. Bir başarısızlık yaşadığında, bu bir eksiklik değil, bir yönlendirme gibi gelir. Bir kayıp yaşadığında, bunun boşluk değil, yeni bir başlangıç olduğunu sezebilir. Çünkü zaman, görünürde olanı değil, içte olup biteni eğitir. Ve bu eğitim, kelimelerle değil, hâllerle yaşanır.
İnsanın hayatı boyunca yaşadığı yüzlerce an vardır. Ama bazı anlar diğerlerinden farklıdır. Onlar diğerlerinden daha kısa, daha sessiz, daha sıradan görünebilir.
Fakat ruh, o anın içinde derin bir yankı duyar. Sanki bütün bir ömür, o ana ulaşmak için yaşanmıştır. İşte bu anlar, zamanın en ince dokunuşlarıdır. Dıştan bakıldığında önemsiz görünür. Ama içte, her şeyi değiştiren bir kapıdır. İnsan bu kapıdan geçtiğinde, zaman onun için artık sadece geçmekte olan bir şey değildir. O, artık kendi içinde zamanla yürüyen bir varlığa dönüşmüştür.
İbn Arabi bu hâli "âna uyanmak" diye anlatır. Uyanmak, bir geceden çıkmak değildir. Uyanmak, ruhun İlahi düzene gözünü açmasıdır. Ve bu uyanış, büyük olaylarla gelmez. Genellikle sessiz, küçük, zarif bir fark ediştir. Belki bir sabah erkenden kalktığında, pencerenden süzülen ışıkta bir şey hissedersin. Belki bir dostla yapılan sıradan bir konuşmada, bir kelime kalbine takılır. Belki bir kitap sayfasını çevirirken, gözlerin bir cümlede kararır. O an zaman durmaz. Ama sen durursun. Ve işte bu duruş, zamanla ruhun birleşmeye başladığı andır.
Zaman, sadece akmaz. Aynı zamanda yankılanır. Her insan kendi zamanını yaşar. Ama herkes aynı zaman içinde değildir. Aynı odada oturan iki kişi, aynı dakikaları paylaşır ama ruhları bambaşka zamanlarda olabilir. Biri geçmişin yükünü taşırken, diğeri geleceğin hayalini kuruyor olabilir. Ve bir başkası, o anın içindeki derinliği hissediyor olabilir. Zaman, bu yüzden yalnızca fiziksel değildir. Zamanın bir de ruhsal derinliği vardır. Ve bu derinlik, sayılarla değil, sezgiyle hissedilir.
Ruh, bu derinliği fark ettiğinde, artık hiçbir şey göründüğü gibi kalmaz. Basit bir selamlaşma bile anlam kazanır. Çünkü o selam, sadece bir nezaket değil, iki zamanın temas ettiği bir noktadır. İnsanla insan arasında akan görünmez bir akıştır. Ve bu akış, zamanın içinden geçerek kalpten kalbe varır. Ruh bunu fark ettiğinde, artık dış dünyayı yalnızca maddeyle değil, manayla da izler.
İlahi zaman, insanın sabırsızlığıyla çatışmaz. Onunla konuşur. Çünkü sabırsızlık, çoğu zaman anlaşılmayan bir mesajın yankısıdır. İnsan bir şeyi istiyorsa ve o şey gelmiyorsa, orada zaman bir şey anlatıyordur. Ruh bunu duyabildiğinde, artık beklemek azap değil, bir ibadete dönüşür. Beklemek bir açılma hâline gelir. Çünkü zaman, bazen vermek için değil, insanın hazır olup olmadığını görmek için durur. Ve bu duruş, insanın içine bakmasını sağlar.
Bir an gelir, geçmişe bakarsın ve anlamsız bulduğun birçok olayın birbirine nasıl bağlandığını görürsün. Bir zamanlar seni sarsan olayların, seni nasıl büyüttüğünü fark edersin. O zaman geçmiş, yalnızca hatıra değil, bir öğretiye dönüşür. İşte bu dönüşüm, zamanın sana yazdığı kitabın ilk kez okunmasıdır. Bu kitapta ne cümleler boldur, ne başlıklar. Ama her cümle kalbe dokunur. Ve her dokunuş, bir katmanı daha açar.
İbn Arabi’ye göre zamanın içinde gizli bir zeka vardır. Bu zeka, olayları rastgele değil, ölçülü bir dengeyle önümüze getirir. Tesadüf yoktur. Gecikme yoktur. Her şey tam vaktindedir. Ama bunu anlamak için ruhun gözleri açılmalıdır. Çünkü bu gözler açıldığında, artık ne acele kalır, ne korku. Her şey yerli yerindedir. İnsan ise sadece olanı izler. Ama bu izleyiş, pasif değil, derin bir katılımdır. Çünkü insan artık sadece yaşayan değil, zamanı duyan bir varlıktır.
Zamanla bütünleşen ruh, kendini bir ırmak gibi hisseder. Önüne ne gelirse kabul eder. Taşıdığı her şeyi anlamlandırır. Ve her kıyıdan geçerken bir parçasını orada bırakır. Bu hâl, insanı hafifletir. Çünkü artık geçmişin yükleri taşınmaz. Onlar zamanı anlamanın tuğlalarına dönüşür. Ve insan, bu tuğlalarla iç dünyasında bir yapı kurar. Bu yapı saray değildir. Bu yapı, içten içe büyüyen bir sığınaktır. Sessiz, sade ve sağlam.
Zamanla bu sığınağa çekilen ruh, artık dış dünyadaki sesleri eskisi gibi duymamaya başlar. Gürültü hâlâ vardır. Karmaşa sürer. Ama ruhun içindeki merkez sabittir. Çünkü ruh, zamanın sırrına değmiştir. Ve o sır, insanı her fırtınada ayakta tutar.
Zamanla birleşen ruh, artık sözlerle değil hâllerle yaşar. Çünkü kelimeler geçicidir, hâl ise kalıcıdır. İnsan bazen ne söylediğini unutur ama nasıl hissettirdiğini unutmaz. İşte bu his, zamanın içinden süzülerek gelen bir iz gibidir. Ve bu izi sadece gören değil, taşıyan da olur. Ruh, bu taşıyıcılığı üstlendiğinde artık kendinden ibaret değildir. O, İlahi bir hikâyenin yaşayan bir cümlesi hâline gelir. Ve bu cümle her adımda yazılır.
İbn Arabi’ye göre her ruh bir emanetle gelir. Bu emanet sadece bilgi ya da yetenek değildir. Bu emanet zamanın içinde açılacak olan bir sırdır. O sır, bazen uzun yıllar susar. Bekler. Sınanır. Unutturulur. Ama doğru zaman geldiğinde, o sır kendini gösterir. Bazen bir sohbet sırasında ağzından çıkan bir cümleyle, bazen bir yabancının gözünde tanıdığın bir huzurla, bazen bir kitapta yıllardır bekleyen bir paragrafla… Ve insan anlar ki, bu hayat bir rastlantılar zinciri değil, bir zamanlar kitabıdır. Her sayfası bir sabırla, her harfi bir niyetle yazılmıştır.
Zamanla konuşan ruhlar çok konuşmaz. Onların sessizliği bir uzaklık değil, bir derinliktir. Çünkü onlar artık kelimelere ihtiyaç duymaz. Gözlerinin içinden, yürüyüşlerinden, susmalarından zamanın inceliği akar. Onlar bir kalabalığın ortasında bile dinginlik taşırlar. Çünkü zamanla birlikte hareket eden bir ruh, İlahi olanla hizalanmıştır. Bu hizalanma, dış dünyanın yönlendirmeleriyle değil, iç dünyanın yankılarıyla şekillenir.
Böyle bir ruh bir mekâna girdiğinde, mekânın sesi değişir. Bir insanın yanında yürüdüğünde, zamanın ağırlığı hafifler. Çünkü onun taşıdığı zaman sadece dakikalarla değil, anlamla doludur. O anlam, konuşmadan bile anlaşılır. Çünkü insan sadece sözle değil, varlığıyla öğretir. Ve bu öğretme biçimi, zamanın en kadim öğretme biçimidir. Hâlle anlatmak… Sessizlikle duyurmak… Varlıkla bildirmek…

Zamanın sırrını taşıyan ruhlar, çoğu zaman kendilerini açıklamaz. Çünkü bilirler ki, hakikatin açıklaması olmaz. Hakikat bir aynadır. Ne gösterirse o kadar görünür. Fazlası yoktur. Eksiltmesi de gerekmez. Bu ruhlar bir aynaya dönüşür. Ve kendilerine bakan herkes, kendi içindeki zamanı görmeye başlar. Bu yüzden bazı insanlar bizde büyük izler bırakır. O iz, onların sözü değildir. O iz, zamanla kurdukları bağın bizde oluşturduğu yankıdır.
Zamanla yürüyen ruhlar yargılamaz. Çünkü her olayın bir vakti, her insanın bir sırası, her kalbin bir uyanma anı olduğunu bilirler. Kimseyi öncesinde zorlamaz, kimseye geç kaldın demez. Onlar bilir ki, zaman bir nehirse, her ruh o nehirde başka bir kıvrımda akar. Kimileri hızlı, kimileri yavaş… Ama herkes kendi hızında kendi derinliğine ulaşır. Ve bu derinlik sayılarla değil, farkındalıkla ölçülür.
Ruh, zamanla birleştiğinde artık dua bile değişir. Dua bir talepten çok bir hâle dönüşür. İnsan istemek yerine teslim olur. Olmasını beklemek yerine, olanı anlamaya çalışır. Bu hâl, insanı yükten değil, dirençten kurtarır. Çünkü yük çoğu zaman beklentiden doğar. Ama ruh zamanı sezdiğinde, her şeyin zaten olması gereken zamanda olduğunu hisseder. Ve o zaman artık dua, sadece bir fısıltı değil, bir teşekkür olur.
Bazı insanlar hiçbir şey yapmadan bile iyileştirir. Yanında oturduğunuzda bile iç dünyanızda bir rahatlık oluşur. O kişilerin taşıdığı zaman, sadece kendi zamanları değildir. Onlar artık İlahi zamanın taşıyıcısıdır. Ve bu taşıyıcılık, bir sorumluluk gibi değil, bir doğallıkla yaşanır. Çünkü onlar ne olduklarını anlatmak için yaşamazlar. Onlar, yaşamın içinde kendilikle yürürler. Ve o yürüyüşte, zamanın bütün sırları bir bir çözülür.
Zamanın öğretisi sabırdır. Ama bu sabır sadece beklemek değil, anlayarak beklemektir. Olayların içindeki mesajı duymak, her gecikmenin bir hazırlık olduğunu görmek, her kapanan kapının başka bir geçide işaret ettiğini fark etmektir. Ruh bunu duyduğunda artık direnç göstermez. Rıza ile yürümeye başlar. Ve bu rıza hâli, insanı hafifletir. Dünya hâlâ dönüyordur, ama artık ruh kendi etrafında savrulmaz. O, zamanın kalbine oturmuştur.
İbn Arabi’ye göre zaman bir aynadır. Bu aynada herkes kendi hâlini görür. Kimisi koşar, kimisi bekler, kimisi sadece seyreder. Ama ruh zamanı tanımaya başladığında, artık aynada sadece kendini değil, kendisinin ötesindeki düzeni de görmeye başlar. Bu düzen İlahi bir ahenktir. Ve bu ahenkle bir kez temas kuran ruh, bir daha zamana karşı gelmez. Zamanı sevgiyle karşılar. Çünkü bilir ki, zamanın içinden geçen her şey, aslında kendisine doğru yürümektedir.
Zamanla bir olan ruh, artık zamana bakmaz. Çünkü zaman ona bakmaktadır. Her gün, her olay, her nefes artık dışsal değil, içsel bir hikâyeye dönüşür. Yaşadığı hiçbir şey ona yabancı değildir. Ne sevinç bir taşkınlık getirir ne acı bir yıkım. Her şey yerini bulmuş gibidir. Her şey olması gerektiği gibi durmaktadır. Çünkü ruh artık dışarının değil, içeriğin bilgisiyle yürümektedir.
Zamanla birleşen ruhlar, görünürde sade bir hayat yaşar. Ama onların iç dünyası bir gökyüzü kadar geniş, bir deniz kadar derindir. Konuşmalarında yumuşaklık, susuşlarında anlam vardır.
Çünkü onlar artık kelimelerle değil, hâlle öğretir. Birlikte yürüdüğünüzde, zamanın hızını unutur, kalbinizin sesini duymaya başlarsınız. Onlar size bir şey anlatmaz. Ama siz onların yanında kendinizi anlamaya başlarsınız.
Zaman artık onlar için bir sınır değil, bir yoldur. Ve bu yol ne ileri gider, ne geri döner. Bu yol, sadece derinleşir. Çünkü zamanla yürüyen bir ruh, düz bir çizgide değil, iç içe geçmiş halkalarda yol alır. Her halka bir hâli taşır. Her hâl, yeni bir teslimiyetin, yeni bir anlayışın, yeni bir sessizliğin kapısını açar. Bu kapılar bir bir açıldığında, insan artık yargılamaz. Sadece seyreder. Ama bu seyir, edilgen değil, kabul doludur. İnsan gördüğü her şeyin ardında İlahi bir denge hisseder.
İbn Arabi der ki, “Her an bir tecellidir.” Ve bu tecelli, zamanın içinde değil, insanın kalbinde açığa çıkar. Her ânın bir rengi, bir kokusu, bir sessizliği vardır. Ve bu sessizlik, kelimelerden daha çok şey anlatır. Çünkü zaman, sessizliğin içinde yankılanır. Dış dünyanın gürültüsü sustuğunda, asıl zaman duyulur. Bu zaman ne saatin tik taklarıdır, ne takvimlerin sayfaları. Bu zaman, ruhun kendi iç sesidir. Ve bu ses, İlahi olanın yankısıdır.
Zamanla yürüyen bir ruh, artık hayata karşı değil, hayatla beraberdir. Her şeyin geçici olduğunu bilmesine rağmen, hiçbir şeye kayıtsız kalmaz. Çünkü geçici olan, değersiz değildir. Geçici olan, sadece hatırlatıcıdır. Bu dünyada her şey bir hatırlatmadır. Ve bu hatırlatma, zamanla ruhun arasında kurulan gizli bir dildir. Bu dili duyan, artık hayatın hiçbir bölümüne düşmanlık duymaz. Çünkü düşmanlık, zamanla savaşmaktır. Ama ruh barıştığında, zaman da dost olur.
Bazı insanlar kendi zamanlarının dışındadır. Ne bir yere yetişme telaşında, ne de geçmişin pişmanlıklarında yaşarlar. Onlar sadece şimdiyle var olurlar. Ama bu şimdi, sıradan bir an değildir. Bu şimdi, sonsuzluğu taşıyan bir derinliktir. Bir su damlasının içindeki okyanus gibi… Küçük ama sınırsız… Sade ama çok şey anlatan… Ruh bu hâle ulaştığında artık geçmişin izleri silinmez, ama ağırlaşmaz. Geleceğin endişesi duyulmaz, çünkü her şey zaten vaktinde gelir.
İnsan zamanla dost olduğunda, kendiyle de dost olur.
İçindeki çalkantılar diner. Sıklıkla değişen duygular yavaşlar. Çünkü artık dış koşullar iç hâli yönetmez. Ruhun merkezinde sabit bir dinginlik oluşur. Ve bu merkezde zaman durmaz; sadece saygıyla akar. Her şey yerli yerinde olur. Ve bu yerli hâl, insanın taşıdığı en büyük huzurdur. Kimseye kanıtlanmaz, kimseye anlatılmaz. Ama insan her sabah uyandığında, içinde bir “tamlık” hissiyle gözlerini açar.
İlahi zamanla uyumlanmış bir ruhun duası da değişir. Artık istemez. “Ol” demek yerine, “Olduğu gibi kabul ediyorum” der. Ve bu kabul, hayatı teslimiyetle karşılamanın zarafetine dönüşür. Her gelen hoş gelir. Her giden şefkatle uğurlanır. Çünkü artık her şeyin bir vakti olduğu bilinmektedir. Ve bu vakit ne hızlandırılır ne de geciktirilir. Her şey tam zamanında gelir. Ruh, bu zamanlamaya güvendiğinde, artık dünya bir korku yeri değil, bir okul olur. Ve o okulda öğrenilen en büyük ders şudur: Zaman, İlahi olanın dokunuşudur.
Bazen bir anda gözlerin dolar, ama sebebi yoktur. Bir melodi, bir manzara, bir yüz… Ruhun içinde saklı kalan bir zamanı hatırlatır. O gözyaşı sadece duygudan değil, hatırlamadan gelir. Çünkü ruh, zamanla bütünleştiğinde artık hatırlamak bir acı değil, bir şifaya dönüşür. Ve her gözyaşı, içte bir temizlenmenin, bir arınmanın işaretidir.
Ve sonunda, zamanla ruh bir olur. Ne ayrılık kalır ne bekleyiş. Her an bir davet olur. Her an bir kapı. Ruh artık ne bir yere ulaşmak ister ne bir şeyden kaçmak… Çünkü bilir ki, ne yaşanıyorsa, o anda tamamlanması gereken bir yolculuktur. Ve bu yolculukta insan yalnız değildir. Onunla birlikte yürüyen sessiz, ince, derin bir zaman vardır.
Zaman geçer. Ama onun ardında hissedilen şey kalır. Ve eğer sen, bu hissi taşıyorsan, artık sen de zamanla bütünleşmişsin demektir. Artık kelimeler az, anlam çoktur. Artık yürüyüş yavaş ama derindir. Ve artık hiçbir şey aynı değildir. Çünkü sen zamanı değil, zamanı duyan bir kalbi taşımaktasındır.
İşte o an, ruh sessizce fısıldar:
Artık zamanı beklemiyorum.
Çünkü ben, zamanın kendisiyim.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.




