top of page

Zamanın Sırları: Ruhun Bedenden Özgürleştiği An

ree

Zamanın Sırları: Ruhun Bedenden Özgürleştiği An

Bazı anlar vardır ki saat işlemez.

Dakikalar yürür gibi yapar ama yerinde sayar.

Ve insan birdenbire kendini, zamanın dışına sızmış gibi hisseder.

İşte o an, ruhun göğe baktığı, bedenin geri çekildiği, kalbin sonsuzlukla fısıldaştığı andır.

Zaman çözülür…

Ve sen, seni var sanan benliğinden arınıp hakikate yaklaşmaya başlarsın.

İnsanoğlu için zaman, bir zincirdir çoğu zaman.

Doğduğu anla başlar, ölümüyle biter sanır.

Oysa İbn Arabi, zamanın ne doğuşla başladığını ne ölümle sona erdiğini söyler.

Zira zaman, dıştan içe, yataydan dikeye, “şimdi”den “ebede” uzanan bir sırlar haritasıdır.

Ve bu haritanın en derin noktası,

ruhun bedenden sıyrıldığı o hakiki andır.

Ne dünle kirlenmiş,

ne yarınla bulanmış…

yalnızca şimdiyle var olan o an.

İşte bu an, senin ruhunun bedene kayıtsız kaldığı,

dünyanın sesinin sustuğu,

ilahi hakikatin iç ses gibi konuşmaya başladığı andır.

Ve bu an, zamanın sıfır noktasıdır.

Zamanın düğümünün çözüldüğü,

varlığın gölge olmaktan çıkıp aslına döndüğü eşik…

İbn Arabi, bu eşiği “berzah” diye tanımlar.

Yani ne tamamen bu dünyaya ait,

ne de tamamen öte âleme ait olan…

bir geçiş yeri.

Bir aralık.

Bir seher vakti gibi…

Ne gece ne gündüz.

Ama her şeyin tam da orada yaşandığı bir eşik.

Ve o eşiğe vardığında,

ruh artık gövdesini bir kabuk gibi hisseder.

Kabuğu çatlayan tohum gibi,

kendini dışarı atmak ister.

Çünkü hakikat çağırmaktadır.

Zaman, hakikate açılacak bir kapıdır artık.

Ve ruh, o kapıdan süzülmek ister…

özgürce, hafifçe, usulca.

Bu bölümde işte bu sırrı çözmeye çalışacağız.

Zamanın çözülüşünü,

ruhun özgürleşmesini,

ve varoluşun aslında neye işaret ettiğini…

Ruh neden sıkışır bedene?

Ve neden bir an gelir ki, zincirlerinden kurtulmak ister?

Zaman, neden bazı anlarda durur?

Ve o duran anda bize ne söyler?

Cevaplar belki kelimelerde değil,

ama bu yolculukta kalbinde yankılanacak.

Çünkü bu sadece bir anlatı değil,

bir hatırlayış olacak senin için.


Bazı anlar vardır ki saat işlemez.

Dakikalar yürür gibi yapar ama yerinde sayar.

Ve insan birdenbire kendini, zamanın dışına sızmış gibi hisseder.

İşte o an, ruhun göğe baktığı, bedenin geri çekildiği, kalbin sonsuzlukla fısıldaştığı andır.

Zaman çözülür…

Ve sen, seni var sanan benliğinden arınıp hakikate yaklaşmaya başlarsın.

İnsanoğlu için zaman, bir zincirdir çoğu zaman.

Doğduğu anla başlar, ölümüyle biter sanır.

Oysa İbn Arabi, zamanın ne doğuşla başladığını ne ölümle sona erdiğini söyler.

Zira zaman, dıştan içe, yataydan dikeye, “şimdi”den “ebede” uzanan bir sırlar haritasıdır.

Ve bu haritanın en derin noktası,

ruhun bedenden sıyrıldığı o hakiki andır.

Ne dünle kirlenmiş,

ne yarınla bulanmış…

yalnızca şimdiyle var olan o an.

İşte bu an, senin ruhunun bedene kayıtsız kaldığı,

dünyanın sesinin sustuğu,

ilahi hakikatin iç ses gibi konuşmaya başladığı andır.

Ve bu an, zamanın sıfır noktasıdır.

Zamanın düğümünün çözüldüğü,

varlığın gölge olmaktan çıkıp aslına döndüğü eşik…

İbn Arabi, bu eşiği “berzah” diye tanımlar.

Yani ne tamamen bu dünyaya ait,

ne de tamamen öte âleme ait olan…

bir geçiş yeri.

Bir aralık.

Bir seher vakti gibi…

Ne gece ne gündüz.

Ama her şeyin tam da orada yaşandığı bir eşik.

Ve o eşiğe vardığında,

ruh artık gövdesini bir kabuk gibi hisseder.

Kabuğu çatlayan tohum gibi,

kendini dışarı atmak ister.

Çünkü hakikat çağırmaktadır.

Zaman, hakikate açılacak bir kapıdır artık.

Ve ruh, o kapıdan süzülmek ister…

özgürce, hafifçe, usulca.

Bu bölümde işte bu sırrı çözmeye çalışacağız.

Zamanın çözülüşünü,

ruhun özgürleşmesini,

ve varoluşun aslında neye işaret ettiğini…

Ruh neden sıkışır bedene?

Ve neden bir an gelir ki, zincirlerinden kurtulmak ister?

Zaman, neden bazı anlarda durur?

Ve o duran anda bize ne söyler?

Cevaplar belki kelimelerde değil,

ama bu yolculukta kalbinde yankılanacak.

Çünkü bu sadece bir anlatı değil,

bir hatırlayış olacak senin için.

ree

Zaman…

Bir kum saati gibi akan,

her bir tanesiyle ömrümüzü eksilten bir ölçü müdür sadece?

Yoksa bir yanılsama mı?

Yoksa ruhun bu âlemdeki yolculuğunu anlamlandırmamız için ilahi bir perde mi?

İbn Arabi’ye göre zaman,

sadece hareketlerin ardışık oluşunu belirleyen bir cetvel değildir.

Zaman, ruhun aynaya baktığı,

kendini çoklukta seyretmeye çalıştığı bir tecelli alanıdır.

Ve bu tecelli, sabit değil;

her an değişir, her an yeniden yaratılır.

Çünkü Allah, Kur’an’da buyurur:

"O, her an bir şe’ndedir." (Rahman, 29)

Yani her an yeni bir yaratışta, yeni bir zuhurda…

Bu ayet, zamanın kendisinin sabit değil,

tam tersine sonsuz bir tazelenme alanı olduğunu fısıldar.

İşte bu yüzden ruh, zamanı bir nehir gibi yaşar.

Dünle yetinmez, yarına hapsolmaz…

Ruh için tek gerçek an: “şimdi”dir.

İbn Arabi, zamanın “şimdiki an”dan ibaret olduğunu söyler.

Çünkü geçmiş artık yoktur, gelecek ise henüz yoktur.

Sadece “an” vardır.

Ve işte ruh, bu “an”da kendini hisseder.

Bu “an”da Allah’ı tanır.

Bu “an”da aşkı tadar.

Bu “an”da tecelliyle yüzleşir.

Zaman, beden için çizgisel;

ama ruh için daireseldir.

Beden doğar, yaşar, ölür.

Ama ruh…

Ruh zamanın dışındandır.

O sonsuzluktan gelir ve yine sonsuzluğa döner.

Bu dünyadaki serüveni, sadece bir perde aralığıdır.

İbn Arabi der ki:

“Ruh, ezelden beri Allah’ı bilir.

Ama bedene girince unutur.

Ve zaman içinde seyahat ederken,

o bilgiyi yeniden hatırlamaya başlar.”

Bu hatırlayış bazen bir rüya olur,

bazen bir dost sözü,

bazen bir musibet,

bazen bir dua olur…

Ama ruh, mutlaka hatırlar.

Çünkü zamanın sırları,

aslında ruhun kendi içine yaptığı yolculuğun izleridir.

Ve bu yüzden ruh,

bir saatin tik taklarına mahkûm değildir.

O başka bir saatle çalışır.

O saat, kalbin attığı yerle uyumludur.

Ruhun zamanı;

sevdiğinde genişler,

özlediğinde uzar,

secde ettiğinde durur,

ağladığında çözülür…

Bir dostun gözlerine baktığında bir saniyede saatler yaşarsın.

Bir kayıpla bin yıl çöker üzerine.

Bir secdede her şeyi unutursun.

İşte bu anlar, ruhun zaman dışına taşındığı anlardır.

O zaman artık ölçü değildir.

O artık bir haldir.

Bir fark ediştir.

Bir şuhûddur…

Ve o anlarda beden geride kalır.

Saat işlemez.

Takvim susar.

Ve ruh Allah’la baş başa kalır.

Bu yüzden İbn Arabi için zaman, sadece ölçü değil,

aynı zamanda bir arifin aynasıdır.

Zaman içinde neyi nasıl yaşadığını seyrettiğinde,

kendi ruhunun hallerini anlarsın.

Hangi isim sende daha çok tecelli ediyor?

Hangi anda Hakk’ı daha çok hissediyorsun?

İşte zaman, seni sana anlatmak için yaratılmış bir aynadır.

O halde sor:

Zaman sana ne söylüyor?

Geçmişe sıkıştın mı?

Geleceğe endişeyle mi bakıyorsun?

Yoksa “şimdi”de, bütün varlığınla hazır mısın?

Çünkü ruh, sadece “şimdi”de özgürleşir.

Ne dünün pişmanlığı ne yarının kaygısı…

Sadece şu an.

Ve şu an, ruhun Allah’la arasında perde kalmadığı andır.

O hâlde sus…

Dinle…

Zaman sana ne fısıldıyor?


Beden...

Et, kemik, sinir, ten...

Duyularla sınırlı, zamanla yaşlanan, acıyla şekillenen bir zarf.

Ama bu zarfın içinde taşıdığı bir cevher var: Ruh.

Ve o ruh, hiçbir ölçüye sığmaz, hiçbir kalıpta tam olarak yer bulmaz.

İbn Arabi’ye göre beden,

Allah’ın kudretinin görünür bir işaretidir.

O bir tezahürdür, ama hakikat değildir.

Bir görüntüdür, ama asıl değildir.

Beden zamanla doğar, büyür, çözülür, toprağa karışır.

Ama ruh…

O ne topraktan gelir ne toprağa döner.

O göğe aittir.

O Elest meclisinin şahitliğinden gelir.

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna

"Belî" (Evet) diyen o ruh,

bedene her sığdığında bu hatırasını bir parça unutur.

Ama kalbin bir köşesinde hâlâ o cevabın yankısı sürer.

Ve işte bu yüzden insan durmadan arar.

Arar çünkü hatırlamak ister.

Hatırlamak çünkü özgürleşmenin ilk adımıdır.

Beden bir haritadır.

Ama ruh o haritanın anlamıdır.

Beden bir kandildir.

Ama ruh onun içindeki ışıktır.

Bedenle görürsün.

Ama ruhla gerçekten fark edersin.

İbn Arabi’ye göre insan,

bu iki âlemin birleşimidir.

Topraktan yaratılan bir şekil,

ve emr âleminden gelen bir nefes…

Biri yeryüzüne ait,

diğeri Arş-ı A’lâ’ya...

İşte bu yüzden ruh,

bazen bedende daralır.

Çünkü sınırsız olan, sınırlının içine sığmaz.

Tıpkı okyanusun bir bardağa doldurulamayacağı gibi.

Bu yüzden ruh, zaman zaman iç sıkıntısıyla,

bir yerlere sığamama haliyle,

boğuluyormuş gibi hissetmeyle kendini duyurur.

Ruh, özüne dönmek ister.

Bu dünyanın ağırlığından sıyrılmak,

esaret zincirlerinden kurtulmak,

hafiflemek, yükselmek ister.

Ama beden, onu çeker.

Dünyanın ağırlığı, arzuların bağı, korkuların ipi…

hepsi bedene aittir.

Ama ruh,

hep o “ilk hatıra”ya dönmek ister.

Bu yüzden bazı anlarda,

ruhun bedenden bir anlığına uzaklaştığı olur.

Bazen bu bir vecd anında gerçekleşir…

bazen bir secde anında,

bazen derin bir acıda,

bazen bir doğumda ya da ölümde.

İşte bu anlarda beden geri çekilir,

ve ruh parlar.

O artık zincirlerinden azadedir.

Ve o özgürlük hissi,

dünyada hiçbir şeye benzemez.

Çünkü ruh, kendi vatanını hatırlar.

Kendini hatırlar.

Rabbini hatırlar.

Ve bu hatırlayış,

onu özgürleştirir.

İbn Arabi der ki:

"Ruhun vatanı, yokluğun ötesindeki varlıktır."

Yani bizim “var” sandığımız dünya,

onun için bir misafirhanedir.

Ama esas yurdu,

Zât’a yakın o sessizliğin derinliğindedir.

O hâlde sor:

Bedenin sınırlarını mı yaşıyorsun?

Yoksa ruhunun sonsuzluğunu mu hissediyorsun?

Belki de asıl özgürlük,

bedenle değil, ruhla hatırlamakta saklıdır.

Ve ruh, her hatırlayışta

bir parça daha özgürleşir.


İnsan geçmişte yaşadıklarıyla yoğrulur,

geleceğe dair hayalleriyle yürür.

Ama ruh için asıl hakikat,

ne dünün hatıralarında

ne de yarının belirsizliğindedir.

Ruh, yalnızca "an"da yaşar.

Ve işte o "an",

bütün varlığın sustuğu,

yalnızca hakikatin konuştuğu andır.

İbn Arabi der ki:

“Geçmiş ve gelecek, vehimdir. Gerçek olan yalnızca ‘şimdi’dir. Ve Hak, sadece o anda görünür.”

Zamanı, bir çizgi gibi değil;

bir merkez gibi görür o.

Tıpkı bir dairenin merkezi gibi…

her şey oradan doğar, oraya döner.

Ve işte o merkez:

şimdi’dir.

Sen şimdi burada oturuyorsun,

belki ekrana bakıyor, belki sadece dinliyorsun.

Ama ruhun burada mı?

Yoksa bir hatırada mı takılı kaldı?

Yoksa bir endişeyle yarına mı kaçtı?

İşte tasavvuf, ruhu yeniden şimdiye getirme sanatıdır.

Çünkü şimdi, Allah’ın en çok hazır olduğu yerdir.

Geçmiş affedildi ya da sınavdı.

Gelecek ise kaderin örtüsüdür.

Ama şimdi,

tam bu an…

Hakk’ın tecellisinin en parlak aynasıdır.

Ruh “an”da olduğunda,

bütün duyu perdeleri kalkar.

Her şey olduğu gibi görünmeye başlar.

Ne bir eksik ne bir fazla…

Sadece hakikat.

Sadece O.

Bir çocuğun gözlerine bakarken zamanın durduğu o an…

Bir şiir okurken içinden geçen ürperme…

Bir namaz secdesinde, bütün dünyanın sessizleştiği bir ân…

İşte bunlar, ruhun “an”la kaynaştığı anlardır.

Ve o anlarda, insan fânilikten sıyrılır.

Zaman çözülür.

Mekân silinir.

Sadece varlık kalır.

Ama o da ayrı değildir artık.

Sen, O’nda varsındır.

İbn Arabi’ye göre bu hal,

şuhûddur.

Yani, O’nu temaşa etmek…

Ama gözle değil,

kalple görmek…

Dille değil,

hal ile anlamak…

Bilgiyle değil,

huzurla fark etmek.

Bu fark ediş,

geçmişin keşkelerini,

geleceğin endişelerini yakar.

Ve seni

sadece şimdide tutar.

O zaman sor:

Ne zaman son kez gerçekten "şimdi"de oldun?

Kendini geçmişten soyup,

geleceği unutup,

sadece “var olma” hâlini hissettin?

Belki bir ölüm haberi aldığında...

belki bir doğum anında...

belki bir secdeye kapanışta…

belki bir gözyaşında…

İşte o anlar,

zamana ait olmayan anlar…

Zamanın içinden değil,

zamanın dışından gelen hediyelerdir.

Bu yüzden İbn Arabi,

zamanı durdurmaya değil,

"an"ı fark etmeye çağırır.

Çünkü “an”,

Rabb’ini hatırladığın her şeyin adıdır.

Ve o hatırlayışta,

ruh özgürleşir.

Çünkü geçmiş zincirdir.

Gelecek gölgedir.

Ama şimdi…

Şimdi bir nurdur.

O nur, sadece gönlü temizlenmiş kalplere parlar.

O nur, sadece yüklerini bırakanlara görünür.

O nur, sadece “ben yokum, Sen varsın” diyenlere açılır.

Ve o zaman, ruh bedenin sınırlarını değil;

Allah’ın huzurunu hisseder.

O zaman, zaman anlamını kaybeder.

Sadece bir derinlik kalır.

Sadece bir “olma hâli.”

ree

Bazen zaman akar ama biz akmayız.

Her şey yürür ama biz yerimizde dururuz.

Sonra bir an gelir…

Bir şey olur…

Ve bir eşik açılır.

O eşik, bizi zamanın dışına alır.

Ve orada hiçbir takvim işlemez.

Saatler durur.

Yalnızca kalp atar.

Yalnızca ruh hisseder.

İşte İbn Arabi, bu eşikleri ruhun zamanla vedalaştığı kapılar olarak tanımlar.

Ve bu kapılar genellikle dört ana hâlde belirir:

Ölüm, Rüya, Vecd ve Fenâ.

Her biri birer sır.

Her biri bir başka kapı.


Ölüm: Zamanın Tamamen Çözülüşü

Ölüm, bedenin sustuğu, ama ruhun yankılandığı ilk büyük eştir.

Zannederiz ki ölüm yokluktur.

Ama İbn Arabi der ki:

“Ölüm, zamanın en hakiki yüzüdür. Çünkü o anda artık sadece ruh kalır. Ve ruh, Allah’a döner.”

Kur’an’da ne denilir:

“İnna lillah ve inna ileyhi raciûn.”

“Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz.”

Bu dönüş, bedensel değil,

zamanı aşan, zâtî bir dönüştür.

O anda artık geçmiş bitmiştir, gelecek yoktur.

Sadece hakikat vardır.

Ve ruh, onunla baş başadır.

Ölüm, aslında bir son değil;

zamanın kırıldığı, ilahi zamana geçiş kapısıdır.


Rüya: Zamanın Esnekleştiği Alan

Rüyada saatler geçer ama beden sadece birkaç dakika uyur.

Zaman esner, bükülür, iç içe geçer.

Çünkü ruh, rüyada bedenin kontrolünden çıkar.

İbn Arabi, rüyayı “alem-i misal” ile ilişkilendirir.

Yani hakikatin suretlerle anlatıldığı berzah âlemi.

Orada ruh, zamanla değil; mana ile hareket eder.

Bir sözle bir ömre gidilir.

Bir bakışta geçmiş ve gelecek birleşir.

Rüya, ruhun zamansız bir dili vardır.

Ve orada, hakikate dair nice sırlar görünür…

Ama sadece anlayabilenlere.


Vecd: İç Zamanın Uyanışı

Vecd…

Kalbin coşkuyla titrediği,

duyguların Allah’a yöneldiği,

aklın sessizleşip ruhun konuştuğu an…

Bir zikirde, bir namazda, bir ilahide...

O anda ruh bedeni unutur.

Gözler açık olsa da, dünya silinir.

Vecd hâli, şuurlu bir kayboluştur.

Ve bu kayboluşta zaman kırılır.

Çünkü orada “ne kadar sürdü?” sorusu yoktur.

Sadece “ne oldu bana?” sorusu vardır.

Vecd, ilahi zamanın dünyaya temas ettiği andır.

Ve o temasla ruh, hafifler…

Yükselir…

Unutur…

Ve hatırlar.


Fenâ: Benliğin Çözülüşü ve Hakikatle Bütünleşme

Fenâ, ruhun kendi varlığından geçip sadece Allah’ı hissetmesidir.

Benliğin eridiği,

“ben”in bittiği,

sadece “O”nun kaldığı hâl…

İbn Arabi’ye göre fenâ,

zamanla değil, sonsuzlukla ölçülen bir haldir.

Çünkü fenâ hâlinde, artık zaman anlamını yitirir.

Kişi artık saatle değil, huzurla yaşar.

Hiçbir yere yetişmek istemez.

Çünkü her an zaten O’nunladır.

Ve bu varoluş hâli,

insanı ebedi huzura taşır.


Bu dört eşik,

zamanın bizim bildiğimiz gibi bir şey olmadığını gösterir.

Zaman çizgisel değildir.

Ruh için zaman,

bir derinlik,

bir yansıma,

bir aynadır.

İbn Arabi der ki:

“Ruh, zamanın içinden geçer ama zamana ait değildir.

O her zaman Hakk’a dönmeye meyillidir.”

O hâlde sen de sor kendine:

Hiç zaman dışına çıktığın bir an oldu mu?

Bir duada, bir rüyada, bir gözyaşında, bir ölümde…

Hiç kendini sonsuzluğun kıyısında hissettin mi?

Eğer hissettiysen, bil ki o an

sana hakikatin kapısı aralanmıştı.

Ve belki de o an,

ruhunun özgürleştiği andı.


Ruh, doğmaz.

Çünkü o, zaten varlığın özüdür.

Ve ruh, ölmez.

Çünkü o, yokluğa uğramaz.

O, yalnızca dönüşür.

Ve bu dönüş, sonsuz bir hatırlayıştır.

İbn Arabi der ki:

“Her ruh, Elest’te Rabbinin huzurunda idi. Ve bu huzurun yankısı, her insanın kalbinde bir özlem olarak kalır.”

İşte bu özlem,

ruh ne zaman bir kelime duysa,

bir dua etse,

bir aşk yaşasa,

bir musibetle sarsılsa…

kendini yeniden gösterir.

Çünkü o ses,

Ruh’un geldiği yere,

geldiği isme,

geldiği nura dönme arzusudur.

Ruh, Allah’a dönmek ister.

Ama bu dönüş, yalnızca ölümle değil,

her “an”da mümkündür.

Bir secdeyle…

Bir gözyaşıyla…

Bir affetmeyle…

Bir sevgiyle…

Çünkü Hak buyurur:

“Bana yürüyerek gelene, Ben koşarak gelirim.”

Bu çağrı, ruhadır.

Ve ruh, bunu işittiğinde,

içinde bir şey titrer.

İşte o titreme,

dönüş anının başlangıcıdır.

Bu dönüş bir yön değil,

bir haldir.

Bir boyut değil,

bir uyanıştır.

Ve o uyanış,

insanı her şeyden arındırır.

Korkulardan, arzularından, geçmişinden, benliğinden…

Ruh dönerken,

yanında hiçbir şeyi taşıyamaz.

Çünkü Allah’a yöneliş,

yalnızca saflıkla mümkündür.

Zira Hak,

kararmış bir aynada görünmez.

İbn Arabi’ye göre bu dönüş,

ruhun kendi aslına kavuşmasıdır.

Bu dünyada giydiği bütün kimlikler,

gölgeler gibi düşer birer birer.

Ve geriye sadece

O’nunla tanımlanan bir ben kalır.

O yüzden sor:

Ben kimim, neyim, nereye gidiyorum?

Bunlar sıradan sorular değil…

Bunlar ruhun hafızasını uyandıran kapılar.

Ve ne zaman ki sen,

bütün yüklerinden kurtularak,

sadece O’na yönelirsin…

işte o zaman,

ruhun özgürleştiği

ve döndüğü andır.

O dönüşte,

ne zafer vardır,

ne kayıp…

sadece teslimiyet…

sadece vuslat…

sadece “Sen”.

Tıpkı bir su damlasının tekrar okyanusa kavuşması gibi.

Tıpkı bir çocuğun anasının kalbine baş koyması gibi.

Tıpkı bir seyyahın, yorgun ama huzurlu bir şekilde

evine dönmesi gibi.

Bu dönüşte,

bütün zaman çözülür.

Sadece ebediyet kalır.

Ve orada artık ben yoktur.

Sadece O vardır.

Ve sen O’nda varsındır.


Her şeyin başladığı yer “şimdi”dir.

Ve aslında her şeyin bittiği yer de yine “şimdi”.

Zira ne geçmiş geri gelir,

ne gelecek elde tutulur.

Ama “şimdi”…

O hep buradadır.

Ve Allah, “şimdi”dedir.

İbn Arabi der ki:

“Zamanın en kıymetli ânı, O’nu hatırladığın andır. Ve O, sadece o anda hazır olur.”

Yani sen kalbinle yöneldiğinde,

O da sana yönelir.

Ama bu yöneliş bir mekâna değil,

bir zamana değil,

bir hâle olur.

Ve o hâl,

şimdi’dir.

“Şimdi”, geçmişin pişmanlıklarını silen,

geleceğin kaygılarını susturan

bir ilahi sessizliktir.

O sessizlikte ne kelimeye gerek vardır,

ne tanıma…

sadece bir farkındalık,

bir hazır oluş…

bir safiyet…

İşte o hazır oluş,

senin en saf ibadetindir.

Ve sen o anda,

hiçbir şeye ihtiyaç duymadan,

yalnızca O’na ait olursun.

Bu yüzden der ki arifler:

“Zaman yoktur; sadece hal vardır.”

Ve bu hal,

zamanın sıfır noktasıdır.

O noktada,

ruh kendi vatanını hatırlar.

Kalp secdeye değil,

Zât’a kapanır.

Ve her şey susar.

Sadece varlık kalır.

Ve o varlık da,

sen değilsindir artık.

Sadece O’dur.

Ve sen O’nda kaybolursun.

Zaman çözülür.

Mekân silinir.

Kimlik erir.

Ve sen,

ilk defa gerçekten var olursun.

Ama bu varoluş,

bir “ben” değil;

bir “Sen” oluş hâlidir.

Ve o anda,

artık hiçbir soru kalmaz.

Çünkü cevap da sensindir,

soru da.

Ve o dağınıklığın içinde birden

bütün parçalar yerine oturur.

Çünkü sen,

Zaman’ın dışında var olan bir Hakikat’in

şu anki yansımasısındır.


ree

Ya Rab,

Zamanın ipini eline alan Sensin,

bize zamanın ötesindeki sırrı gösteren de…

Ruhlarımızı bedene mahkûm değil,

aşka özgür eyle.

Kalbimizi geçmişin gölgesinden,

geleceğin korkusundan arındır,

bizi sadece “şimdi”de bulundur.

Çünkü Sen sadece şu anda

kalbimize en yakın olandır.

Ey Zamanı var eden El-Evvel,

Ey sonsuzluğun sahibi El-Ahir,

Ey kalplerin titreyişinde hazır ve nazır El-Kabîr…

Bize zamanı doğru hatırlamayı,

şimdi’de Sen’i görmeyi,

ve o “an”la özgürleşmeyi nasip eyle.

Kalbimizde zaman durduğunda,

Seninle dolalım.

Aklımız sustuğunda,

hakikat Sen’inle konuşsun.

Ve biz artık Sen’den başkasına dönmeyelim.

Âmin.

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

Recommended Products For This Post
 
 
bottom of page