top of page

Zamanın Aynasında Hakikat.


Ruhun Zamanı Aşan Gerçekliği.

ree

Zaman.

Akıp giden bir nehir gibi görünür insana. Oysa İbn Arabi, bu akan nehrin aslında hiç kıpırdamadığını söyler. Ona göre zaman sadece insanın kalbine yansıyan bir aynadır. O aynaya baktığımızda geçmişin gölgeleri, geleceğin hayalleri ve şimdiki anın belirsizliğiyle karşılaşırız. Ama hakikat, o aynanın ötesindedir. Çünkü ruh zamana ait değildir; o yalnızca zamanın içinde bir yolcu gibi görünür. Gerçekte ise zaman, ruhun bir deneyimidir, dışsal bir zorunluluk değil. Bu yüzden İbn Arabi şöyle der: “Zaman, ruhun kıyısında yürüdüğü bir yanılsamadır; hakikat ise ne geçmişle ne gelecekle kayıtlıdır.” Bizler sabahı ve akşamı yaşıyor sanırız. Takvimlerde günleri işaretliyoruz, saatlerle hayatımızı bölümlere ayırıyoruz. Ama bu bölünmeler sadece zihnimize aittir. Ruh, bölünemez olanda, zamansızlıkta yaşar. Onun için dün ile bugün arasında fark yoktur. Gerçek anlamda yaşayan bir ruh için zaman, sadece bir aynadır. O aynaya bakan göz, neyi görmek isterse onu görür. Ama aynayı kırdığında, yani zamanın ötesini gördüğünde, artık her şey bir anda, aynı gerçeklikte olur. İşte o zaman, İbn Arabi’nin dediği gibi “her an bir yaratılış, her nefes bir doğuş olur.”

Ruh zamanın içinde değil, zaman ruhun içinde yer alır. Bu söz ilk duyulduğunda aklı karıştırabilir. Ama biraz durup içine baktığında anlarsın. Çünkü zaman sana dışarıdan gelmez; sen onu nasıl hissedersen, öyle yaşarsın. Zaman, ruhun derinliğinde şekil bulur. Kimine bir gün bir ömür gibi gelir, kimine bir yıl bir nefes gibi geçer. Bu yüzden İbn Arabi, zamanın mutlak bir gerçek olmadığını, aksine insanın ruhsal durumuna göre akan bir aynadan ibaret olduğunu belirtir. Onun eserlerinde zaman bir perde gibidir; perdeyi kaldıran kişi artık geçmişe de, geleceğe de ait değildir. O kişi, “an”da sabit kalmayı öğrenir. Ama bu “an” bizim bildiğimiz şimdiki an değildir. Bu an, yaratılışın merkezidir. Her şeyin ilk defa ve sonsuza kadar olduğu noktadır. Bu noktada ruh, zamanla değil, hakikatle buluşur. Çünkü zaman, değişimin sahnesidir; hakikat ise değişmeyen, sabit olan, her şeyin özü.

Zamanla hakikat arasındaki ilişkiyi çözmek isteyen kişi önce kendi içindeki zamanı tanımalıdır. Dış dünya bir yanılsamadır; ama iç dünya, yani ruhun zaman algısı, seni hakikate götürebilir. İbn Arabi bu yüzden sürekli “iç gözle görmekten” söz eder. Görmek dediği şey, dışarıya bakmak değil, içindeki aynayı temizlemektir. Eğer bu aynayı silersen, zamanı aşabilirsin. Çünkü zaman, hakikati yansıtan ama aynı zamanda onu gizleyen bir perdedir. Bir suyun üzerindeki yansıma gibidir. Su dalgalandıkça yansıma dağılır. Ama su durulursa, hakikat görünür. Ruhun sükûneti, zamanı aşmanın ilk adımıdır. Çünkü zaman da bir çeşit gürültüdür. Sürekli akan bir hikâye, zihnimizi oyalayan bir masaldır. Ama ruh, sessizliği ister. O sessizlikte zaman yoktur; sadece hakikat vardır. Bu yüzden İbn Arabi şöyle yazar: “Zamanın olmadığı yerde, hakikatin sesi duyulur.”


İnsanın zamanla savaşı aslında kendi fıtratıyla olan bir çatışmadır. Çünkü insan hem zamana bağlıdır hem de zamandan bağımsız olan bir ruh taşır. Bu çelişki, insanı yorar. Sürekli geçmişin pişmanlıklarında, geleceğin korkularında sıkışır kalır. Ama İbn Arabi, bu sıkışmayı bir dönüşüm fırsatı olarak görür. Ona göre her insan zamanla yüzleşmek zorundadır. Çünkü zaman, kendi hakikatini sana göstermek için vardır. Her geçen gün seni bir aynaya biraz daha yaklaştırır. Ve sonunda o ayna kırılır. Zaman kırıldığında ise artık sadece hakikat kalır. İşte o an, ruh özgürleşir. Ne geçmişin gölgesi vardır, ne de geleceğin endişesi. Sadece varoluşun en saf hali kalır. Bu yüzden İbn Arabi şöyle der: “Varlık, zamanın ötesinde sabittir. Zaman onu sadece kıyafet gibi giydirir. Ama hakikat, o kıyafetin altındadır.”

Hayatını zamanla ölçen insan, kendi varlığının sonsuzluğunu unutur. Doğumla başlar, ölümle bittiğini zanneder. Ama ruh için bu başlangıç ve sonluk, sadece bir sahnedir. Ruh için ölüm, bir bitiş değil, bir geçiştir. Zaman burada artık hükmünü kaybeder. Çünkü hakiki ölüm, zamandan çıkıştır. Bu yüzden İbn Arabi, ölümü “ikinci doğum” olarak tanımlar. Ona göre bu dünyada yaşarken de zamanın ötesine geçmek mümkündür. Eğer insan içindeki sonsuzluğu hatırlarsa, zamanla dost olabilir. Zaman artık bir düşman değil, bir öğretmen olur. Her saniyesi, bir hakikat dersi sunar. Ama bu dersleri anlayabilmek için, ruhun sessizliğine çekilmek gerekir. Kalbinin içinde bir nokta vardır; o nokta zamanın durduğu yerdir. Ve o noktada ruh, kendi hakikatini hatırlar.

Zamanın aynasında hakikat arayan ruh, sonunda kendi yüzüyle karşılaşır. Bu yüz, ne geçmişte yaşanmıştır ne gelecekte yaşanacaktır. O sadece şimdi vardır. Ama bu “şimdi”, bizim takvimlerimizdeki “an” değildir. Bu an, yaratıcı kudretin ruhla konuştuğu andır. Bu yüzden İbn Arabi sık sık “her an yeniden yaratılış”tan söz eder. Çünkü hakikat sabit değildir, her an yeniden açılır. Zamanı aşmak, aslında bu yaratılış sürecine tanık olmak demektir. Her nefeste bir yeniden doğuş yaşamak. Her sabah, yeni bir varlık olmak. Bu yüzden tasavvuf yolcusu, zamanı unutmayı değil, zamanın hakikatini görmeyi öğrenir. Zaman artık onu hapsetmez. Çünkü o, zamanın perdesi ardında saklı olanı görebilmeye başlamıştır. Hakikat, ona kendini gösterir. Ve o an, artık ne geçmişin acısı vardır, ne geleceğin korkusu. Sadece varoluşun sade, derin, titreşimli hali kalır.

İbn Arabi’nin sözleriyle söylersek: “Sen zamanı bilmek istiyorsan, önce kendini bil. Çünkü zaman, senin içindedir; sen onun içinde değilsin.” Bu söz, bir kapıyı aralar. Ruhun zamanla değil, hakikatle bağlantısını hatırlatır. Ve o hakikat, dışarıda değil, içeridedir. Her insanın içinde zamanın dışında bir yer vardır. Oraya ulaşmak, insanın en büyük yolculuğudur. Bu yolculuk, zamanın aynasından geçerek hakikate varmakla olur. Ayna kırıldığında, geriye sadece öz kalır. Ve işte o öz, ruhun zamana meydan okuyan gerçeğidir.

Zamanı durdurmak isteyen insan aslında içindeki karmaşayı durdurmak istiyordur. Çünkü akıp giden şey çoğu zaman zamanın kendisi değil, zihnimizdeki telaş, kalbimizdeki sızı ve ruhumuzun bulamadığı huzurdur. Bu yüzden zamanı yavaşlatmak, sessizleşmekle başlar. İbn Arabi der ki, “Zamanın hükmünden çıkmak isteyen kişi, kalbinin hükmünü dinlemelidir.” Çünkü kalbin içinde zamanın dokunamadığı bir alan vardır. Orası varoluşun derin kuyusudur. Oraya inmeyi başaran kişi, artık zamanı bir tehdit olarak görmez. O kişi için zaman, sadece ruhun önüne serilmiş bir yoldur. Bu yol düz değildir. Kimi zaman sarp yokuşlarla, kimi zaman sükûnetli ovalarla doludur. Ama yolun kendisi kadar, yürüyen kişinin iç hali de yolun şeklini belirler. Ruhun dinginse zaman durulur. Ruhun çalkantılıysa zaman da fırtınalı olur. Bu yüzden zamanın aynasında görülen hakikat, senin iç dünyana göre değişir.

İnsan çoğu zaman geçmişe saplanır. Yaşadığı pişmanlıklar, söyleyemedikleri, affedemedikleri peşini bırakmaz. İbn Arabi ise geçmişin varlığını sadece hatırlama biçimiyle açıklar. O der ki, “Geçmiş, sen onu düşündüğünde vardır. Yoksa o anda bir hakikati yoktur.” Aynı şey gelecek için de geçerlidir. Hayalini kurduğumuz yarınlar aslında sadece zihinsel bir yansımadır. Gerçek olan sadece içinde bulunduğun andır. Ama bu an bile senin nasıl hissettiğine göre biçim değiştirir. Bu nedenle tasavvuf, “an”ın değerini bilmeye çağırır. Anı yaşayan kişi, ruhunu zamanın zincirlerinden kurtarır. Ve özgürleşir. Çünkü zamanın en ağır yükü, geçmişe takılı kalmak ve gelecekten korkmaktır. Oysa ruh, bunların hiçbirine tabi değildir. Ruh, sadece şimdiye tanıklık eder. Ve o tanıklıkta, ilahi bir bilgi vardır. İbn Arabi bunu “hakikatin nefesi” olarak tanımlar. Her nefeste hakikat bir kez daha görünür. Her nefeste Allah seni bir kez daha yaratır. Ve sen bu yaratılışın farkında olursan, artık zamanla sürüklenmez, zamanı izlemeye başlarsın.

Zamanın sırları, dış âlemde değil, iç âlemde çözülür. Saatler, takvimler, yıllar, sadece dış dünyanın hesaplarıdır. Gerçek zaman, insanın kalbinde akan zamandır. Bazen bir bakış bin yılı kapsar. Bazen bir an, bir ömre sığar. Bu yüzden İbn Arabi, zamanı ölçmekten değil, zamanı anlamaktan söz eder. Çünkü ölçülen şey sınırlıdır. Anlaşılan şey ise sonsuzlaşır. Ruhun zamanı, dış dünyayla örtüşmeyebilir. Bir gece boyunca yaşadığın bir duygunun etkisi, yıllarca sürebilir. Ya da bir yıl boyunca yaşadığın bir olay, bir anda silinip gidebilir. Bu yüzden ruhsal gelişim, zamanın mantığını değil, zamanın özünü kavramaktan geçer. Ve bu öz, senin ruhunun aynasındaki yansımandır. Ne görüyorsan, o sensin. Ne kadar bulanıksa, o kadar kendinden uzaklaşmışsındır. Ama eğer ayna netleşirse, zamanın dışına adım atmış olursun. Ve artık her şey bir anda görünür olur.

İbn Arabi’nin eserlerinde sık sık geçen bir ifade vardır: “Her şey eşzamanlıdır.” Bu ifade, bizim alıştığımız kronolojik sıralamanın ötesine geçer. Ona göre yaratılış tek bir anda gerçekleşmiştir. Ama biz onu parça parça algılarız. Çünkü aklımız sınırlıdır. Oysa ruh sınırsızdır. Ruh, tüm zamanları birden görebilir. Ruh için geçmiş, şimdi ve gelecek yoktur. Her şey o anda olur. Bu yüzden rüyalar zaman tanımaz. Bu yüzden derin tefekkür anlarında yıllar bir nefese sığar. Çünkü ruh o esnada kendi zamanına çekilmiştir. Bu, ilahi bir zamandır. Ne saate bakar ne takvime. Sadece olur. Ve bu olma hali, ruhun hakikate en yakın olduğu andır. İbn Arabi bu hali “ilahi tanıklık” olarak adlandırır. Her şeyin gerçekte ne olduğunu, zamanın perdesi olmadan görmek. İşte bu tanıklık ruhu değiştirir, insanı dönüştürür.

Zamanın sana öğretecek bir hakikati varsa, o da şu olurdu: Geçmiş seni şekillendirmez, gelecek seni kurtarmaz. Sen sadece olduğun kadar gerçek, yaşadığın kadar varsın. Kimi zaman insanlar geçmişiyle savaşır, geleceğini dizayn etmeye çalışır. Ama ne yaparsa yapsın, ruh sadece şimdide yaşar. Ruhun yaşam alanı “şimdi”dir. Ve o şimdi, eğer fark edilirse, sonsuzluğa açılan bir kapıdır. O kapıdan geçen kişi artık zamanı değil, hakikati yaşamaya başlar. Bu noktada zaman sadece bir yardımcı olur. Ruhun büyümesine, anlamasına ve dönüşmesine hizmet eden bir vasıta. Ama asıl olan, o zamanın içinde parlayan anlamdır. O anlamı bulduğunda, zaman artık seni yormaz. Çünkü sen zamanı taşımazsın, zaman seni taşır. Ve her adımın, seni biraz daha kendine yaklaştırır.

Her insanın içinde bir zaman kırığı vardır. O kırık bazen bir ayrılık, bazen bir kayıp, bazen de bir pişmanlıktır. Ama o kırık, zamanın içinde değil, ruhun derinliğindedir. O yüzden iyileşmek için zamana değil, hakikate ihtiyaç vardır. Ve hakikat, sadece iç gözle görülür. Bu yüzden İbn Arabi, dıştan bakan değil, içten gören olmayı öğütler. Eğer ruhun gözüyle bakabilirsen, zamanın acılarını bile birer öğretmene dönüştürebilirsin. Her yara, içindeki hakikatin sesi olabilir. Her bekleyiş, bir sabır meyvesi verebilir. Ve zaman, sonunda seni en derin soruya götürür: Gerçekten var mıyım? Bu soru seni içine döndürür. Ve sen içine döndükçe, zaman dışarıda kalır. Çünkü hakikat içeride saklıdır. O hakikat, zamana sığmaz. Ne geçmişe ne geleceğe aittir. Sadece vardır. Ve sen o varoluşa temas ettiğin anda, zamanın aynası kırılır. Artık sadece hakikat kalır.

Ruhun zamanı aşan doğasını anlayabilmek için önce insanın neden zamana bağlı yaşadığını fark etmesi gerekir. Çünkü insan zamanla sınırlı olduğunu düşünerek acı çeker. Yaşlanır, değişir, kaybeder ve sonunda ölür. Oysa İbn Arabi’ye göre bu sınırlılık sadece bedenin algısıdır. Ruh, bu değişimlerin tanığıdır ama kendisi değişmez. Ruhun kendisi ne doğmuştur ne ölecektir. O hep vardı. Sadece bedenle buluştuğunda zamanla yüzleşir. Bu yüzden birçok acı, aslında ruhun değil, bedenin hikâyesidir. Ruh ise zamandan bağımsız olanın hatırlatıcısıdır. Onun için gerçek zaman, bedenin yaşadığı takvim değil, ruhun hissettiği anlamdır. Bir çocukluk anısı bazen bugünkü kalbimizi sıkıştırır. Çünkü ruh için o an hâlâ sürüyordur. Ya da bir dua anı, yıllar sonrasına şifa olur. Çünkü ruh o duanın yankısını taşır. Bu yüzden İbn Arabi, duyguların zamanın ötesinde yankılandığını söyler. Sevgiler, korkular, hasretler... Hepsi ruhsal bir yankıdır ve zaman onları silemez. Onlar, hakikatin içsel izleridir.

İnsanın içindeki zamansızlık duygusu bazen bir sessizlik anında belirir. Yağmurun damladığı bir pencere kenarında, sabaha karşı uyanılan bir vakitte, sevdiklerinden gelen bir mektupta ya da bir duanın kalbe dokunduğu anda. Bu anlar, ruhun kendi zamanına döndüğü anlardır. Ve o anda insan, ne geçmişi düşünür ne geleceği planlar. Sadece olur. Ve olmak, hakikatin en yalın hâlidir. İşte o zaman zaman durur. Bu duruş dışarıdan bakıldığında fark edilmez ama içeride fırtınalar diner. Kalp susar. Zihin susar. Ve ruh konuşmaya başlar. Bu konuşma kelimelerle olmaz. Anlamla olur. Ve bu anlam, zamanın ötesinden gelir. Çünkü İbn Arabi’ye göre ruhun hakikati zamanın öncesinden taşır kendini. O yüzden bazı insanlar doğuştan bilgedir. Çünkü zamanla öğrenmediler; zamanın ötesinden getirdiler bilgilerini. Onlar hatırladılar sadece. Ve hatırlamak, tasavvufun en derin anahtarıdır. Zira sen, zaten bildiğin bir şeyi yeniden hatırladığında, zaman ortadan kalkar. Çünkü bilgi zaten sendedir. Yalnızca örtülüdür. İbn Arabi buna “perdenin kalkması” der. Hakikat perdelidir ama gizli değildir. Sadece göz onu göremez hale gelir. Ama göz açıldığında, her şey yerli yerindedir.


Zamanı anlamak, varlığı anlamaya açılan bir kapıdır. Çünkü zamanın ne olduğunu bilen, yaratılışın nasıl işlediğini de bilir. İbn Arabi bu konuda şöyle bir örnek verir: “Varlık, sürekli bir yaratılış halindedir. Ama sen onu sabit sanırsın. Çünkü zamanla perdelenmişsin.” Bu sözün anlamı şudur: Sen bir nesneye bakarsın ve onun hep aynı olduğunu sanırsın. Oysa o nesne her an yeniden yaratılmaktadır. Ama bu yeniden yaratılış, senin zaman algının dışında olur. Ruh bunu hisseder ama akıl bunu anlamakta zorlanır. İşte o yüzden tasavvuf akılla değil, kalple ilerler. Çünkü kalp zamanın dışında bir bilgi taşır. O bilgi sezgidir, duadır, aşkın hafızasıdır. Ve aşk, zamanı unutturur. Bu yüzden birini çok seven bir kişi, onunla geçen zamanı hatırlamaz. Sadece duyguyu hatırlar. Ve bu duygu, zamanın ötesindedir. Aşk, zamanın aynasını kıran bir ışıktır. O ışıktan geçen kişi, artık kendi zamanını yaşamaya başlar. Bu zaman, içsel bir takvimdir. Ve bu takvimin her günü kutsaldır. Her günü, bir doğuş ve bir ölüşle doludur.


İbn Arabi der ki, “Kendini bilen kişi zamanla değil, ezelî olanla konuşur.” Bu söz, tüm tasavvuf yolculuğunun özüdür. Çünkü kişi kendini bildiğinde, artık geçmişin yükünü taşımaz, geleceğin endişesiyle boğulmaz. Sadece şimdiye kök salar. Ve o kök, ezelî olanla birleşir. Bu birleşme, zamanın kırıldığı yerdir. Ve o kırılma anında insan yeniden doğar. Öyle bir doğuştur ki bu, ne ana rahmine bağlıdır ne de fiziksel bir anlama. Bu doğuş, ruhun hakikatiyle buluştuğu bir uyanıştır. Ve bu uyanışta zaman artık sadece bir fondur. Sahne değil, oyuncu değil. Sadece ışığı taşıyan bir perde. O perde aralandığında, ruh gerçeği görür. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Çünkü insan zamanın dışında yaşadığında, hakikatle yan yana yürümeye başlar.

ree

Zamanın aynasında hakikati aramak, her insanın yazgısında vardır. Kimimiz bu aynaya bakar, ama yansımasını anlayamaz. Kimimiz aynayı kırar, ama altındaki gerçeği göremez. Kimimizse sabırla bekler. Kalbini temizler, zihnini durultur, nefsini terbiye eder. Ve sonunda ayna parlar. O parlaklıkta, ilk kez kendimizi görürüz. Ama o gördüğümüz, sıradan bir benlik değildir. O, ezelî olanın içimizdeki yankısıdır. O yüzden İbn Arabi, “Sen kendini gördüğünde, Allah’ın aynasını görürsün” der. Bu söz, zamanın bütün sırlarını içinde taşır. Çünkü Allah zamanla sınırlı değildir. O zamanın da yaratıcısıdır. Ve biz O’na yaklaşmak istiyorsak, zamanla aramıza mesafe koymamız gerekir. Bu mesafe dışsal değil, içseldir. Bir insan hâlâ geçmişin gölgeleriyle yürüyorsa, o gölgeler zamanın ona hükmettiğini gösterir. Ama gölgeleri bırakıp, sadece ışığın kendisine dönerse, zaman artık sadece bir araç olur. Ve bu araçla hakikate giden yolu yürümek kolaylaşır.

İnsan çoğu zaman zamanın içinde yaşadığını düşünür.


Oysa İbn Arabi, insanın aslında zamanın ötesine ait olduğunu söyler. Bu dünya, zamana bağlı varlıkların sahnesidir. Ama insanın özü, zamanın dışındadır. Çünkü insan sadece et ve kemikten ibaret değildir. Onun içinde varlıktan da önce gelen bir hakikat saklıdır. Bu hakikat, yaratılışın sırrını taşır. Ve bu sır, zamanla anlatılamaz. Çünkü zaman, sınırlı olanı kavrar. Hakikat ise sınırsızdır. Bu yüzden ruhun bilgisi, kitaplardan ya da yıllarla ölçülen tecrübelerden gelmez. Ruhun bilgisi, doğrudan kalpten gelir. Kalp o an neyle doluysa, zaman da ona göre biçim alır. Bir kalp sevgiyle yanıyorsa, zamanın her anı genişler. Bir kalp korkuyla daralıyorsa, zaman da büzüşür. Bu yüzden ruhun zamanı, duyguların rengini taşır.

Ve hakikat, sadece bu renklerin ötesinde belirir.

Zamanla yaşamanın bedeli, içsel gerçeği unutmak olur. Çünkü zaman seni sürekli ileriye ya da geriye çeker. Oysa hakikat ne ileridedir ne geride. O tam ortadadır. Sessiz, sade ve sabit. Tıpkı bir dağın zirvesi gibi. Her şey onun etrafında döner ama o yerinden kıpırdamaz. Zaman da tıpkı rüzgâr gibi onun çevresinde dolaşır. Ama dağın kendisi, yani hakikat, hep aynıdır. İbn Arabi’nin deyimiyle söyleyecek olursak, hakikat hiçbir zaman değişmez; sadece senin onu görme biçimin değişir. Çünkü sen değişirsin. Senin kalbin, niyetin, bakışın... Bütün bunlar zamanın aynasında yansıyan görüntüyü şekillendirir. Bu yüzden hakikate ulaşmak isteyen kişi önce kendi bakışını temizlemelidir. Göz temizlenmeden, görülen şey de bulanık kalır. Ve zamanın aynası da ancak bu gözle netleşir.


Tasavvufun en büyük öğretilerinden biri, zamanı teslimiyetle karşılamaktır. Bu teslimiyet, pasif bir bekleyiş değildir. Aksine, ruhun kendi özüne çekilmesi ve orada bulduğu hakikatle yaşamaya başlamasıdır. Zaman artık seni yönetmez. Sen zamanı okursun. Her olayda, her karşılaşmada, her bekleyişte bir işaret ararsın. Çünkü artık bilirsin ki, zaman sadece bir yolcudur. Gerçek olan, o yolcunun içinde taşıdığı anlamdır. Bu anlam, ruhun zamanla yaptığı iç konuşmadır. Ve o konuşmada Allah’ın sesi duyulur. Ama bu ses gürültülü değildir. Sükûnetle fısıldar. Kalbin içinde, sessiz bir dağda yankılanır. O sesi duymak için dış dünyayı susturmak gerekir. Ve bu susuş, ruhun hakikatiyle buluştuğu yerdir.

Bazı insanlar zamanı boşa harcadığını düşünür. Oysa ruh için hiçbir şey boşa değildir. Her deneyim, her acı, her bekleyiş, hakikate giden yolda bir taştır. Yolun nereye vardığını bilmiyor olsan bile, o yol seni özüne götürür. Çünkü zaman, seni kendine döndürmek için vardır. Geçmişin gölgelerinde kaybolduğunu sansan da, o gölgeler bile sana bir şey öğretir. Beklediğin günler, sabrını derinleştirir. Kaybettiklerin, sahip olduklarının değerini öğretir. Ve sonunda anlarsın ki zaman, seni değil, sen zamanı taşıyorsun. Her adımda, her kararda, her sevdada, seninle birlikte akan bir sırdır zaman. Ve sen o sırra teslim olduğunda, artık korkmazsın. Gelecek belirsiz olsa da seni korkutmaz. Geçmiş karanlık olsa da seni yıkmaz. Çünkü sen, zamanın değil, hakikatin çocuğusun.

İbn Arabi’nin derin sözlerinden biri şudur: “Zamanla dost olan kişi, onun oyununa düşmez. Zamanla dost olan, zamanı aşar.” Bu söz, sadece bir bilgelik değil, aynı zamanda bir çağrıdır. Her insan bu çağrıya bir gün kulak verir. Kimimiz bir kayıpta, kimimiz bir aşkta, kimimiz de bir yalnızlık anında bu çağrıyı duyarız. Ve o anda zaman durur. Her şey susar. Sadece kalbimizde yankılanan bir gerçeklik kalır. Bu gerçeklik, bize zamanın bir perde olduğunu, ama o perdenin arkasında saklı bir ışığın hep orada olduğunu hatırlatır. Bu ışık, ruhun kendi içinden doğan bir ışıktır. Ne zamana bağlıdır, ne mekâna. O sadece vardır. Ve onunla temas eden kişi, artık neyin gerçek olduğunu bilir.

Ruhun zamanı aşan doğası, insana hatırlamayı öğretir. Unutulanın peşinden değil, hatırlananın izinden yürümeyi... Çünkü sen zaten hakikatin parçasısın. Bu dünya sana seni unutturdu. Ama zaman, seni tekrar sana döndürmek için var. Zaman seni içine çektikçe, sen kendi merkezine inersin. Ve o merkezde, seni çağıran o ilk sesi yeniden duyarsın. Belki bir dua gibi, belki bir bakışta gizli, belki bir çocuk gülüşünde... O ses, zamanın içinden yükselir ama zamana ait değildir. O ses, seni zamansız olana çağırır. Ve sen çağrıyı duyduğunda, artık zamanın aynasına değil, hakikatin kendisine bakarsın.

İnsanın kalbinde bazen bir suskunluk belirir. Ne konuşabilir ne düşünebilir. Zamanın akışı durmuş gibidir. İşte bu suskunluk anı, ruhun hakikati dinlediği andır. Çünkü ruh, hakikatin sesini ancak dış dünyanın gürültüsü sustuğunda duyabilir. İbn Arabi’ye göre bu anlar tesadüf değildir. Her suskunluk, ruhun kendi evine dönüşüdür. Çünkü kalbin derinliğinde bir yer vardır ki orada zaman işlemez. Orası ne geçmişin izlerini taşır ne de geleceğin gölgelerini. O yer, varlığın özüyle temastır. O yüzden bazen bir gözyaşı, zamanın içinden gelen değil, zamanın ötesinden gelen bir fısıltıdır. Ve o fısıltı ruhu uyandırır. Artık kişi ne günleri sayar ne yılları. Sadece olanla, o anda olanla yaşar. Bu yaşam biçimi, hakikatle yan yana yürümektir. Her anı, sonsuzlukla birlikte solumaktır. Çünkü zaman artık bir çizgi değil, bir derinliktir. Ve o derinlikte insan kendini yeniden bulur.


Birçok insan zamanın ona yetmediğinden yakınır. Günlerin nasıl geçtiğini anlayamaz. Ama mesele zamanın hızı değil, insanın ona neyle baktığıdır. Eğer gözün anlamla bakıyorsa, bir dakikada bir ömür yaşarsın. Ama gözün anlamsızlıkla bakıyorsa, yıllar geçse de içinde boşluk kalır. Bu yüzden İbn Arabi der ki: “Zamanın bereketi anlamdadır.” Ve bu anlam, dış dünyada aranmaz. O anlam, kişinin kendi iç âleminde gizlidir. Çünkü ruhun zamanı dışarıdan gelmez, içeriden doğar. Her kalp, kendi saatini taşır. O saat ne güneşe bağlıdır ne de ayın döngüsüne. O sadece hakikatle kurduğu bağla işler. Ve bu saat ancak içten içe konuşmaya başladığında çalışır. Bazen yıllar boyunca sustuğu olur. Ama bir an gelir, bir söz, bir sessizlik ya da bir yalnızlık o saati harekete geçirir. Ve kişi artık sadece zamanı yaşamaz. Zamanın anlamını da yaşamaya başlar. İşte o an, gerçek değişim başlar.


Zamanın aynasında kendini gören kişi, önce şaşırır. Çünkü gördüğü şey çoğu zaman alıştığı kimlik değildir. Zaman, sana sadece dış dünyayı değil, içindeki hayali yüzleri de gösterir. O yüzden zamanla yüzleşmek, kendinle yüzleşmektir. Kaçtığın korkular, bastırdığın arzular, yarım kalmış sevgiler bir bir çıkar karşına. Ve sen onları izlemeye başlarsın. Bu izleyiş, pasif bir seyir değil, derin bir farkındalıktır. Zaman sana seni öğretir. Her acı bir şeyi söyler. Her sevinç bir yeri işaret eder. Ve sen bu işaretleri görmeyi öğrendikçe, zaman artık sana düşman gibi görünmez. Aksine, sana ayna tutan bir dost olur. Çünkü zaman, ruhun eğitim alanıdır. Her yıl, her mevsim, her gece ve her sabah senin ruhuna bir şey öğretmek için gelir. Ve sen dinlemeyi bilirsen, bu öğretmen sana hakikatin en derin sırlarını fısıldar.


İbn Arabi der ki: “Zamanın öğretisi görünmeyen yazılarla kalbe yazılır.” Bu yazılar, kelimelerle değil, hislerle okunur. Kalbin bir anda sıkışması, birden genişlemesi, nedensiz bir huzur ya da sebepsiz bir ağlayış... Bunların her biri, zamanın ruhla kurduğu bağın izleridir. Çünkü hakikat, çoğu zaman kelimeye sığmaz. O bir hâl olarak yaşanır. Ve o hâl geldiğinde, insan ne olduğunu bile anlamaz. Ama kalbi bilir. Kalbi o hâli tanır. Ve bu tanıma, zamanın dışındaki tanımadır. O yüzden bazı duyguların bir açıklaması yoktur. Sadece yaşanır. Bazı anılar neden silinmez, bazı anlar neden ömür boyu kalır bilinmez. Çünkü o anlar zamanın değil, ruhun kayıtlarına yazılmıştır. Ruhun kaydı silinmez. Ve o kayıtlar seni hakikate götürür.


Zamanla olan ilişkisini hakikatle kuran kişi, artık hayatını planlarla değil, niyetlerle yaşar. Çünkü bilir ki ne kadar plan yaparsa yapsın, zaman kendi sırrını saklar. Ama niyetle yaşamak, zamanın akışına güvenmektir. Bir tohum eken çiftçi gibi olur insan. Ektiği niyetin filizlenmesini zamanın hikmetine bırakır. İbn Arabi bu teslimiyeti “hakikate yaslanmak” olarak tanımlar. Zamanın sırlarını çözmeye çalışmazsın. Sadece onunla yürürsün. Ne geçmişin acısına takılırsın ne geleceğin belirsizliğine. Sadece şimdiye kök salarsın. Ve o kök, seni varoluşun derinliğine bağlar. Orası ne eksik ne fazla bir yerdir. Sadece dengedir. Ve bu denge, ruhun sükûnetidir. Zaman artık aceleyle akmaz. Sakinleşir. Çünkü sen sakinleşmişsindir.


Bazen bir gün gelir, hiçbir şey olmamış gibi görünür. Sıradan, sessiz, belki de boş. Ama o gün, ruhun içindeki derin bir değişimin başlangıcı olabilir. Zaman bunu hemen göstermez. Çünkü zaman, sabrın test alanıdır. Ruh, beklemeyi öğrenmeden büyüyemez. Her bekleyiş, ruhun zamansız olana doğru attığı bir adımdır. Ve her bekleyişte, insan biraz daha kendi derinliğine yaklaşır. Belki hâlâ cevap yoktur. Belki hâlâ yön belli değildir. Ama kalp farklı atmaya başlamıştır. Ruh, zamanı değil, anlamı takip etmeye başlamıştır. Ve bu fark, her şeyi değiştirir. Çünkü artık yaşadığın her şeyin bir anlamı vardır. Acının, sevinçlerin, suskunlukların... Her biri seni görünmeyene hazırlayan bir eğitmen gibidir.


Zamanı bir nehir gibi düşünürüz. Hep ileriye akan, geri dönmeyen, taşıdığı her şeyi kendi ritmiyle sürükleyen bir nehir. Oysa İbn Arabi için zaman düz bir çizgi değildir. Zaman, dairesel bir sırdır. Başladığı yere dönen, döndüğü yerde yeniden başlayan bir halka gibidir. Bu döngü içinde ruhun yolculuğu da ilerlemez, derinleşir. Bir olay tekrar yaşanıyor gibi görünse de aslında aynı değildir. Çünkü sen değişmişsindir. Ve zaman da seninle birlikte farklılaşır. Aynı sabah doğar ama sen o sabaha başka bir gözle bakarsın. Aynı kelimeyi duyarsın ama bu kez kalbine başka bir anlamla dokunur. İşte bu yüzden zaman, sabit değildir. O, ruhun hâline göre şekillenir. Sen neysen, zaman da odur. İbn Arabi’nin “Zaman, senin içindekinin aynasıdır” sözü tam da bunu anlatır. Senin içindeki korku zamanı daraltır. Senin içindeki sevgi zamanı genişletir. Ve bu genişlik, seni ebediyete yaklaştırır. Çünkü ebediyet, çok uzun bir zaman dilimi değildir. Ebediyet, zamanın aşılmış hâlidir. Ebediyet, sadece hakikatin hissedildiği andır.


Ruh ebediyetin bilgisine sahip bir varlıktır. Doğmadan önce de bu bilgiyle vardı, öldükten sonra da bu bilgiyle var olmaya devam edecek. Zaman ise sadece bu bilgiyle temas etmeyi kolaylaştıran bir yoldur. Tıpkı bir rüya gibi. Uyanınca her şeyin aslında senin zihninde olduğunu anlarsın. Zaman da öyledir. Ruh uyanınca, zamanın aslında kendi içine yazılmış bir anlatım olduğunu fark eder. O zaman anlarsın ki, ne dün gerçekten yaşandı, ne de yarın henüz gelmedi. Her şey, senin içinde bir arayışın ifadesi. Ve bu arayış, seni kendine götürmek için var. Zaman, seni alıp bir yerlere götürmek istemez. Sadece senin içini sana göstermek ister. Bu yüzden bazen yavaşlar. Bazen hızlanır. Bazen aynı olayı defalarca yaşatır. Çünkü ruh henüz öğrenmemiştir. Ve zaman, öğretmek için vardır. Ama öğretirken bağırmaz, sabırla tekrar eder. İbn Arabi buna “rahmetli zaman” der. Yani seni aceleye getirmeyen, seni zorlamayan ama seni kendinden kaçırmayan zaman.


Bir an vardır, ne sabah ne akşamdır. Ne geçmişin izlerini taşır ne de geleceğin korkularını. Bu an, ruhun kendi özüyle buluştuğu andır. İbn Arabi’nin deyimiyle bu, “sonsuzluğun anıdır.” Zamanın perdesi o anda aralanır. O anda insan yalnız kalmaz. Kendine yaklaşır. O an, dua edenin duasının henüz dudaktan çıkmadığı ama kalbin çoktan kabul olduğu andır. Bu anlarda zaman yoktur. Çünkü zaman, o hakikatin yanında sönük kalır. Bazen bir bakışta yaşanır bu, bazen bir çocuk gülümsemesinde, bazen bir mezar taşına dokunduğunda. Ve insan o anı yaşadığında, artık zamanla tartamaz hayatı. Çünkü o anın içinde bütün zamanlar saklıdır. Geçmişin iyileşmesi, geleceğin kabullenilmesi, bugünün kutsanması… Hepsi aynı anda olur. Ve insan, artık yaşamayı değil, var olmayı öğrenir.


Zamanın sırlarını çözmek isteyen kişi önce acele etmeyi bırakmalıdır. Çünkü zaman aceleyi sevmez. O, sabrı sever. Sakinliği, sessizliği, içe dönmeyi sever. Bu yüzden hakikati arayan yolcunun ilk adımı, durmaktır. Dıştaki hareketin içteki suskunluğa dönüştüğü o ilk adımda, zamanın rüzgârı kesilir. O anda ne geçmişin gölgeleri kalır ne geleceğin belirsizliği. Sadece bir fark ediş vardır. Ve bu fark edişle birlikte ruh zamanla olan savaşını bırakır. Artık onunla savaşmaz, onu dinler. Ve zaman konuşmaya başlar. Bazen bir meltem olur, bazen bir dağ esintisi. Ama her seferinde hakikatin kokusunu taşır. Çünkü zamanın içinde değil, ardında bir gerçek vardır. O gerçek, ruhun ezelî adresidir. Oraya yürüyen kişi zamanın ritmini kalbinde hisseder. Ve o ritimle yaşamaya başlar.


İbn Arabi’nin sözleriyle söylersek, “Anı bilen kişi ebediyeti görür.” Bu söz basit gibi görünse de içi dolu bir hakikati taşır. Çünkü anı bilen, onun sadece geçici bir şey olmadığını anlar. An, sonsuzun kıvılcımıdır. An, ruhun hakikatle temas ettiği noktadır. Eğer bir anı derinlemesine yaşarsan, o an sana bütün hayatını değiştirecek bir bilgi sunabilir. Bazen bir karar anı olur bu. Bazen bir vazgeçiş. Bazen de bir sarılış. Ama her seferinde o an, senin ebediyetle temasını sağlar. Ve bu temas seni güçlendirir. Çünkü zamanın dışındaki bilgiyle tanıştığında, artık ne kayıplar seni yıkar ne bekleyişler seni tüketir. Sen, zamanın değil, hakikatin tarafında yer alırsın.

Zaman sana bazen ağır gelir. Çünkü yüklerin vardır. Yaşanmamış duygular, bitmemiş cümleler, söylenmemiş dualar... Ama ruh, bu yüklerin içinden geçmeyi bilir. Çünkü o, sadece bugünü taşımaz. İçinde ezelden gelen bir güç vardır. Ve bu güç, zamanın baskısını aşar. O yüzden bazı insanlar zorluklara sabrederken başka bir derinlik taşırlar. Onlar zamanla değil, ruhun bilgeliğiyle yürürler. Zamanın sırrını kavrayan kişi, artık neyin önemli olduğunu bilir. Artık küçük şeyler büyük görünmez. Artık geçici olanın peşinden koşmaz. Çünkü bilir ki her şey geçecek. Ama geçmeyen bir şey vardır. O da içindeki özdür. İşte o özü gören kişi, artık zamanla değil, hakikatle ölçer hayatını.


Zamanla barışmak, aslında kendinle barışmaktır. Çünkü zaman dediğin şey, senin içindeki dalgalanmaların bir yansımasıdır. Ne kadar savruluyorsan, zaman da o kadar hızla akar. Ne kadar kabulleniyorsan, zaman da o kadar yavaşlar. İbn Arabi’nin söylediği gibi, “Zaman, sende ne varsa onu sana geri yansıtır.” Eğer kalbinde bir bekleyiş varsa, zaman sana sabrı öğretir. Eğer içinde bir öfke varsa, zaman seni susturur. Eğer içinde bir sevda varsa, zaman seni çoğaltır. Ve eğer içinde hakikatin bir kıvılcımı varsa, zaman seni ona götürür. Bu yüzden zaman, ne düşmanındır ne dostun. O sadece aynandır. Seninle konuşan, seni sana gösteren ve seni özüne çağıran bir öğretmendir.


Hayat bazen bir çöl gibidir. Uzak, sessiz ve yönsüz. Ama çölün ortasında bir an gelir, gökyüzü sana eğilir. Sessizlikte bir ses duyarsın. İçinden gelen, tanıdık ama unuttuğun bir ses. O ses, ruhunun hakikatidir. Ve o an, zamanın seni değil, senin zamanı taşıdığını anlarsın. Zamanın sırtında bir yolcu değil, zamanın özüne yürüyen bir arayıcısındır. Her sabah, seni başka bir bilgiye çağırır. Her gece, seni biraz daha içe doğru çeker. Artık hayat bir bekleme değil, bir hatırlamaya dönüşür. Sen hatırladıkça, zaman çözülür. Günler sana oyun oynamaz, çünkü sen oyunu anlamışsındır. Aylar seni ürkütmez, çünkü sen döngülerin ardındaki sabit ışığı görmüşsündür. Ve yıllar geçse de içindeki zaman durur. Çünkü hakikat, artık sana uzak değil, senin içindedir.


Bir gün gelecek, bütün geçmiş sadece bir iz olacak. Ve gelecek artık seni korkutmayacak. Çünkü o gün, ruhun zamanı aştığını anlayacaksın. Anın içinde, her şeyin neden böyle olduğunu sezeceksin. Bir kelime, bir bakış, bir hatıra ya da sadece bir nefes… Seni hakikatin kapısına götüren her şey anlamlı olacak. Çünkü sen artık zamanla savaşmıyorsun. Zamanın içinde saklı olan hakikati arıyorsun. Bu arayış seni dönüşüme götürecek. Her adımın seni biraz daha içindeki ışığa yaklaştıracak. Her yalnızlığın, aslında bir hatırlayış olduğunu göreceksin. Ve her sorunun, içinde bir cevabı taşıdığını. Zaman sana öğrettiği her şeyle seni daha da sadeleştirecek. Sen karmaşadan uzaklaştıkça, hakikate yaklaşacaksın.


İbn Arabi’nin dediği gibi, “Zaman bir nefestir. Ve o nefes, Yaratan’ın dileğiyle var olur.” Eğer o nefesi fark edersen, artık kendini kaybetmezsin. Çünkü her nefes, sana yeni bir doğuş sunar. Her nefes, seni tekrar tekrar yaratır. Her nefes, zamanı aşma fırsatıdır. Ve sen bu nefesleri fark ettikçe, artık zamandan şikâyet etmez, zamanla şükredersin. Zamanın içindeki anların ne kadar değerli olduğunu anlarsın. Bir dostla edilen konuşmanın, bir yudum suyun, bir sabah uyanışının, bir tebessümün bile ne kadar büyük olduğunu idrak edersin. Ve artık yaşamı sıradan değil, kutsal görmeye başlarsın.


Zamanın aynasında hakikati gören kişi, artık dışa değil, içe döner. Kalbinin içinde saklı olanı dinler. Her sabah, zamanın bir lütuf olduğunu hatırlayarak uyanır. Her gece, zamanla birlikte değiştiği için şükrederek uyur. Artık zaman onun için bir kayıp değil, bir kazançtır. Çünkü zamanın her anı, ruhuna bir adım daha yaklaştıran bir vesiledir. Bu vesilelerle yürüyen kişi, sonunda kendi sonsuzluğuyla buluşur. Ve işte o buluşma anında, zaman susar. Artık sadece hakikat konuşur. Ve o hakikat, yumuşak bir sesle kulağına fısıldar: "Sen, zamanı değil, sonsuzluğu taşıyansın."

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

Recommended Products For This Post
 
 
bottom of page