top of page

Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | İbn. Arabi Hz.

Fütûhâtü’l-Mekkiyye İsevi İlimlerin Sırları | İbn. Arabi Hz.

Benlikten Varlığa: Nefs Mertebeleri ve Hakikate Seyir

Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin ikinci cildi, ilk bakışta kelimelerle işlenmiş gibi görünse de aslında harf harf kazılmış bir nefs haritasıdır. Çünkü İbnü’l-Arabî için insan sadece fiziksel bir varlık değil, yedi katlı bir âlemdir. Nefs-i emmâreden başlayarak nefs-i kâmileye varan bu yolculuk, sadece ahlaki bir terbiyeyi değil; zatî bir tevhidi hedefler. Zira sûfî için mesele yalnızca güzel ahlâkla kemâle ermek değildir; asıl mesele, kendiliği terk ederek “Allah ile Allah’ta olmak”tır.

İkinci ciltte bu mesele adım adım ele alınır. Nefsin mertebeleri arasında geçiş yapmak, dıştan bakıldığında bir ruh terbiyesi gibi görülse de aslında ontolojik bir arınmadır. Çünkü nefsin her katmanı, aslında bir varlık iddiası katmanıdır. Ve insan nefsinin her hâli, Allah’a bir perde teşkil eder. Bu perdeler inceldikçe, kişi “ben” zannettiği şeyin aslında ilâhî kudretin bir cilvesi olduğunu idrak eder. Bu idrak, kuru bir bilgiyle değil; hâl ile, tecelli ile, iç yangınıyla olur.

İbnü’l-Arabî bu noktada “fanâ” ve “bekâ” kavramlarını işler. Ona göre gerçek fanâ, varlıktan geçmek değil; varlıkta Allah’tan başka bir şey görmemektir. Bu fark, ikinci cildin en çarpıcı tezidir. İnsan kendi benliğinden değil, Allah’tan başkasını görme vehminden sıyrılmalıdır. İşte bu yüzden, ikinci cilt “ben kimim” sorusunu değil; “benim zannettiğim kim” sorusunu yöneltir okuyucuya.

Her nefs mertebesi, bir ilâhî ismin gölgesinde yaşanır. Nefs-i emmâre, el-Kahhâr ile kırılır. Nefs-i levvâme, el-Hakem ile muhakeme olur. Nefs-i mutmainne, er-Rahîm ile huzur bulur. Ve en nihayetinde nefs-i kâmile, es-Samed ile “kendisizliğe” erer. Çünkü artık ne arzu vardır ne tercih; yalnızca Allah’ın iradesine mutlak teslimiyet vardır.

İşte bu teslimiyet, ikinci cildin mihverini oluşturur. İbnü’l-Arabî burada sadece bir nefis terbiyesi sunmaz; aynı zamanda bir ontolojik çözülme, bir benlik çöküşü, bir sıfırlanma sanatını gösterir. Çünkü kalbin Hak ile dolması için, insanın kendinden tamamen boşalması gerekir.

Ve bu boşalma, acıyla, sabırla, tefekkürle ve çoğu zaman da sessizlikle olur. İbnü’l-Arabî bunu anlatmaz; yaşatır. Okuyucu, satırlar arasında değil; satırların içinde ve ötesinde pişer. Her kavram, bir iç hesaplaşma; her cümle, bir iç daralmanın yankısıdır.

İşte bu yüzden, Fütûhât’ın bu bölümü, sadece entelektüel okumalarla değil, hâl terbiyesiyle anlaşılabilir. Çünkü bu kitap, bilgiyle konuşmaz; hâl ile susar.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye Ledün İlmi| İbn. Arabi Hz.

İsimlerin Yansıması: Kozmik Harmoni ve İlâhî Tecellî

Varlık bir aynadır, ama bu ayna tek bir yüzü yansıtmaz. Her yönü, her ciheti, her hâli ayrı bir ismin cilvesini taşır. İbnü’l-Arabî’ye göre Allah’ın Esmâü’l-Hüsnâ’sı yalnızca zikredilen kelimeler değildir; bunlar aynı zamanda varlık planının işleyen ilkeleridir. Yani bir yıldızın yörüngesi de, bir insanın kalbindeki huzur da, bir çiçeğin açış biçimi de İlâhî İsimler’in izini taşır.

İşte ikinci ciltte İbnü’l-Arabî, her ismin tecellî makamını, bu ismin varlıkta nasıl göründüğünü ve insanla nasıl ilişki kurduğunu anlatır. Ancak bu anlatım, sıradan bir liste değildir. Her isim, bir seyir menzili, bir hâl kapısı, bir zuhur sırrı gibi işlenir. Örneğin “el-Bâkî” ismi, sadece Allah’ın ebediliğiyle ilgili değildir; aynı zamanda fanî olanın içindeki beka cevherinin açığa çıkarılmasıdır. “er-Rahmân” ismi ise yalnızca merhameti anlatmaz; aynı zamanda varlığın rahmetle yaratıldığını söyler.

İbnü’l-Arabî’ye göre varlık, İlâhî İsimler’in birbirini tamamlayıcı şekilde açığa çıkmasıyla vücut bulur. Yani bir isim yalnız başına tecellî etmez; diğer isimlerle birlikte ahenk içinde zuhura gelir. Meselâ el-Adl ismi, el-Hakem olmadan eksik kalır; el-Cebbar, er-Rahîm’le birlikte dengeye ulaşır. Bu anlayış, sadece Allah’ın zatına dair bir açıklama değil; aynı zamanda kâinatın ontolojik yapısına dair bir şifredir.

İkinci cildin bu derinlikli sayfalarında okur birden şunu fark eder: Her ismin bir yönüyle insanda karşılığı vardır. Çünkü Allah, “Kendinden bir nefha” ile insana ruhundan üflemiştir (Sad 38/72). Bu üfleme, İlâhî isimlerin tohumlarını da beraberinde getirmiştir. İnsan, bu isimlerin birer aynası gibidir. Ancak bu aynalar nefsin pasıyla karardığında, tecellî perdelenir. Bu yüzden tasavvuf yolculuğu, bu aynaları cilalama sanatıdır.

İbnü’l-Arabî burada sadece teorik bir çerçeve sunmaz; aynı zamanda insana şöyle der: “Kendini tanı, çünkü sende O’nun isimleri gizli.” Bu, meşhur kudsî hadisin derin bir açılımıdır:

“Men ‘arafe nefsehu fe kad ‘arafe Rabbehu.”“Nefsini bilen, Rabbini bilir.”

Ancak burada nefs bilgisi kuru bir psikoloji değildir; nefsin ilâhî iz düşümlerini idrak etmektir. Ve bu idrak, bir düşünsel faaliyet değil; bir tecellîye tanıklık hâlidir. Çünkü İbnü’l-Arabî’ye göre marifet, bilgiden değil, müşahededen doğar. Yani kişi, Allah’ın isimlerini dışarıda değil, kendi varlık merkezinde, kendi hâllerinde ve değişimlerinde görmeye başlar.

İşte bu farkındalık bir dönüşü başlatır: İnsanın ilâhî isimlerle olan ilişkisi, onu benlikten kudretli bir ayna olmaya doğru çeker. Artık kişi, merhamet ettiğinde er-Rahîm’in, affettiğinde el-Gaffâr’ın, adaletle hükmettiğinde el-Adl’ın bir gölgesi hâline gelir. Böylece insan, sadece kendini değil; kendinde O’nu seyreder.

Bu seyrin zirvesi ise “eşyanın Allah ile var olduğunu görmek”tir. Yani varlığı Allah’tan bağımsız değil, tamamen O’nunla kâim olarak görmektir. İbnü’l-Arabî’nin “Vahdetü’l-Vücûd” anlayışına doğru atılan en belirgin adım da işte burada başlar: İsimler çoktur, ama isimlenen birdir. Tecellîler çoktur, ama mütecellî tektir. Varlıkta çokluk bir zahirdir; hakikatte yalnızca O vardır.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Nefesler Alemi | İbn. Arabi Hz.

Vahdetü’l-Vücûd: Çoklukta Birliği Görmek, Birlikte Yok Olmak

Her arif bir noktada şunu fark eder: Varlık, göründüğü kadar kalabalık değildir. İbnü’l-Arabî bu farkındalığı bir sezgiyle değil, bir müşahede ile yaşar. Onun gözünde varlık, kendi başına duran müstakil şeylerden ibaret değildir. Her şey, O’nunla vardır ve O’nan’dır. Bu bakışın temelinde, ikinci ciltte ayrıntılı biçimde geliştirilen Vahdetü’l-Vücûd anlayışı yatar. Bu görüş yalnızca bir felsefi iddia değil; bir kalp hâlidir.

İbnü’l-Arabî için “Varlık Allah’tır” demek değil mesele. O, böyle basit bir indirgeme yapmaz. O der ki: “Varlık birdir; çünkü Hak’tan gayrı bir şey yoktur. Ama o varlık içinde sonsuz sayıda tecellî vardır.” Yani hakikatte yalnızca Allah vardır, diğer her şey O’nun gölgede kalmış yansıması gibidir. Bu yüzden ikinci cilt, okuyucuyu çokluktan değil, çokluk zannından uyanışa çağırır.

Bu uyanış birden bire gerçekleşmez. Bu, bir hâl hâl ilerleyen içsel bir dönüşümdür. Zamanla, mahlûkatın her yüzünde ilâhî bir cilve, her harekette bir isim yansıması, her zuhurda bir esmâ pırıltısı görmeye başlarsın. Bir yaprak düşerken “el-Mümît”, bir çiçek açarken “el-Muhyî”, adaletsizlik içinde bile “el-Muqsit” isminin uzağa düşmüş bir yansıması belirir.

İbnü’l-Arabî’ye göre bu idrakin kapısı akıl ile değil, kalp ile açılır. Çünkü akıl sınırlı olanla çalışır; ama kalp, sınırsız olanın yankısını taşır. Bu nedenle vahdetin idraki, aklın çözümlemesiyle değil; kalbin teslimiyetiyle gelir. Bu teslimiyet, yalnızca dini bir boyun eğiş değil; bir varoluş terkidir. Kendini bırakmadıkça O’nu bulamazsın. Zira iki varlık aynı kalpte durmaz. Ya “sen” varsındır ya da “O” vardır.

İbnü’l-Arabî bu yüzden çok derin bir ifade kullanır:

“Ben Hakk’ı gördüğümde, bakan da O’ydu, görülen de.”Bu cümle, onun ilhama dayalı irfani deneyimini özetler. Bu, mecazi bir anlatım değildir. Bu, bir “hal”in ifadesidir. Bu hâl, felsefî olarak açıklanamaz; çünkü bu hâl “olunur”, anlatılamaz.

Bu hakikate erişen için artık mekân, zaman, varlık ayrımları kalkar. O kişi, dağlara bakar Allah der, bir çocuğun gülüşünde Rahmân’ı seyreder, bir keder anında Kahhâr’a sığınır. Her şeyin O’ndan, O’nunla ve O’na olduğunu bilir. Bu bilme, kitaplarla değil; kalbin ateşiyle kazanılır. Çünkü Fütûhât’ta yazan şey, zihinle anlaşılmaz. Orada anlatılan, tecellîyle yaşanır.

İşte bu ciltteki asıl dönüşüm burada başlar: İnsan artık Allah’a değil, Allah’la yürür. O’na ulaşmak için değil; O’nunla var olmak için yaşar. Artık ibadet bile bir görev değil; bir aşkın çırpınışıdır. Secde, bir farz değil; bir vuslatın yankısıdır.

Bu idrak, kişiyle Allah arasında bir perde bırakmaz. Arif, artık gökyüzünü seyrederken yıldızları değil; O’nun nurunu, O’nun hikmetini, O’nun varlıktaki cilvesini görür. Bu tevhid öyle bir noktaya gelir ki, artık “ben” diyemez. Çünkü “ben” diyene “O” görünmez. Ve “O” göründüğünde, artık sen kalmazsın.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Kalbe İlham Edilen İlimler | İbn. Arabi Hz.

Nübüvvet, Velâyet ve İnsan-ı Kâmil: İlâhî Projenin Sırlı Yüzü

Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin 2. cildi sadece kozmik hakikatlere değil, insanlık serüveninin hikmetli omurgasına da eğilir. Burada İbnü’l-Arabî’nin en cesur, en derin ve aynı zamanda en çok yanlış anlaşılan görüşlerinden biri belirir: Nübüvvetin ve vilâyetin mânâsı… Zira ona göre peygamberlik yalnızca mesaj taşımak değil, ilâhî hakikatin kalpteki zuhurudur. Ve velâyet, bu hakikatin zaman dışı şahitliğidir.

Peygamberler Allah’ın kelâmını getiren elçiler değil yalnızca; aynı zamanda ilâhî suretin aynalarıdır. Bu yüzden her peygamber bir ismin gölgesinde değil, isimlerin bütünlüğüyle tecellî etmiştir. Meselâ Hz. İbrahim’de “el-Halîm”, Hz. Mûsâ’da “el-Cebbâr”, Hz. Îsâ’da “er-Rûh”, Hz. Muhammed’de ise esma-i hüsnânın bütünü zuhura gelir. Bu yüzden o “Hâtemü’l-Enbiyâ”dır; yani nübüvvetin mührüdür. Ama bu mühürle birlikte her şey sona ermez; velâyet açılır.

İbnü’l-Arabî’ye göre velî, vahiy almaz ama ilham alır. Bu ilham, kalpte doğan saf bir nurdur. Vahyin hükmüyle yarışmaz; onu destekler, derinleştirir, iç anlamını açar. Velî, zahirde susar ama bâtında Rabbin sırlarına mazhar olur. İşte bu yüzden vilâyet, nübüvvetin içsel meyvesidir. Peygamber ağacı kurur ama onun kökünden evliya fışkırır.

Bu anlayış, İbnü’l-Arabî’nin insanlık tasavvurunu da şekillendirir. Ona göre insan sadece düşünen, inanan, ahlâklı bir varlık değil; aynı zamanda ilâhî suretin sırrını taşıyan aynadır. Bu sırrın kemâli, “insan-ı kâmil”de zuhura gelir. İnsan-ı kâmil, Allah’ın esmâsının en dengeli, en bilinçli, en teslim olmuş tecellî mahallidir. Ne peygamber olmakla sınırlıdır, ne sıradan biri olmakla perdelenmiştir. O, Allah’ın muradıyla kemale ermiş insandır.

İkinci cilt boyunca bu tema, derinlemesine bir dokuma gibi işlenir. Her kavram, insan-ı kâmilin bir boyutunu örer. Bir cümle onun idrakini, bir başka başlık onun hâlini, bir ayet onun misyonunu anlatır. Özellikle Hz. Muhammed (sav)'in şahsında bu kemâl sembolleştirilir. Çünkü onun varlığı yalnızca tarihsel bir elçilik değil; bütün hakikatlerin numunesidir. O, Hakk’ın insan sûretindeki aynasıdır.

Ve bu aynanın bir yansıması da her insanda potansiyel olarak mevcuttur. Bu yüzden İbnü’l-Arabî okuyucusuna seslenir: “Sen de O’nun yansımasısın. Ama bu yansımanın berraklığı, nefsine ne kadar perde çektiğine bağlı.” Yani insan, bir peygamber olamaz ama bir velî olabilir. Velî olmak ise, bilgiden değil; tezkiye ve tefekkürle gelen yakîn hâlinden doğar.

İşte bu nedenle ikinci cilt, sadece bir kitap değil; aynı zamanda bir aynaya bakış davetidir. Kendi varlığının derinlerine indikçe, orada Allah’ın bir isminin değil; isimlerin bütünlüğünün sende nasıl bir zuhurla var olduğunu fark etmeye başlarsın. Bu farkındalık, seni yalnızca bilgili yapmaz; seni susan, içine çöken, kalbiyle dinleyen, hâl ile konuşan biri yapar. Ve işte o zaman, kalbindeki velâyet tohumları filizlenir.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Rabbin Arştan Göğe İnmesi | İbn. Arabi Hz.

Zamanın Ötesi, Yönün Sessizliği: Kudret Dairesinde Kaderin Sırrı

Bazı hakikatler, ne kelimelerle izah edilir ne de düşünceyle kavranır. Onlar sadece hissedilir. Tıpkı gece içinde beliren sessiz bir yankı gibi. İbnü’l-Arabî’nin ikinci ciltte dokunduğu zaman ve kader anlayışı da böyledir. O, zamanı saatlerle ölçmez; kalpte açılan tecellîlerle ölçer. Kaderi yazgı değil; ilâhî suretin an be an cilvelenişi olarak okur.

İlk bakışta karmaşık gibi görünse de, İbnü’l-Arabî zamanın özünü üç düzlemde ele alır:

  1. Zaman-ı beşerî – saatler, günler, aylar…

  2. Zaman-ı hâlî – kalpte yaşanan değişimler, anların mahiyetleri…

  3. Zaman-ı ilâhî – ezel ve ebedin aynı aynada yansıdığı mutlak boyut.

Bu üç düzlem arasında dolaşmak, yalnızca akılla olmaz. Kalbin yönsüzleşmesi gerekir. Çünkü yön, sınırlılıktır. Oysa hakikat sınırsızdır. Bu yüzden ikinci ciltte sık sık karşımıza çıkan “cihetsizlik” (lâ cihe) kavramı, yalnızca mekânsal değil; aynı zamanda ontolojik bir yönsüzlük anlamına gelir. Arif için ne doğu ne batı, ne yukarı ne aşağı vardır; sadece O’nun tecellî ettiği bir “şimdi” vardır.

İşte bu “şimdi”, kaderin de merkezidir. Kader, gelecekte yazılmış bir metin değil; her an yeniden yazılan bir tecellî defteridir. İbnü’l-Arabî burada büyük bir fark ortaya koyar:

“Kader, olmuş bir şey değildir. Kader, olmuş gibi görünen her şeyin, olmuş olmaya devam etmesidir.”

Bu ne demektir? Şu: Allah zamanı yaratmıştır ama zaman içinde zaman yoktur. Her şey ezelî ilminde mevcuttur ama her şey an be an yaratılmaktadır. Bu yüzden İbnü’l-Arabî’ye göre, kaderden kaçılmaz çünkü kader dışı bir an yoktur. Her an, ilâhî kudretin bir noktasında yeniden var olur.

Bu kudretin en saf biçimde tecellî ettiği alan ise, kudret dairesidir. Burası, irade, ilim ve kudretin birleştiği metafizik merkezdir. İnsanın “ben yaptım” dediği yerde aslında O’nun “kün” emri işlemektedir. Yani arif kişi, kendi kudretinin bir “sebepler perdesi” olduğunu idrak ettiğinde, kaderi teslimiyetle karşılar. Bu teslimiyet pasif bir rıza değil; hakkın mutlak akışına aktif bir tevekküldür.

İşte burada zaman “an”a dönüşür. Bu an, geçmişin pişmanlığını ve geleceğin endişesini eritir. Kalpte sadece “olmak” kalır. Bu olmak hâli, yalnızca var olmak değil; O’nunla var olmak hâlidir. Bu hâl öyle bir hâldir ki, yönlerin anlamı kalmaz, diller susar, yalnızca hakikatin nefesi kalır.

İbnü’l-Arabî bu hâli yaşayan kişiyi şöyle tarif eder:

“Ne geceye ait, ne gündüze; ne geçmişte kalan, ne gelecekte yaşayan… Sadece şimdi’de, sadece Hakk’ın huzurunda duran bir sâlik.”

Bu sâlik için artık dünya bir labirent değil; her anı bir tecellî aynasıdır. Her olayda kaderin ince nakışı, her kişide esmânın bir cilvesi görülür. Ve en sonunda o kişi zamanla yarışmaz; çünkü bilir ki zaman O’dur. Ve yön aramaz; çünkü yön O’nadır. Ve yazgıdan korkmaz; çünkü yazgı yazanı tanımakla anlam kazanır.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Ölümden Sonraki Sırlar | İbn. Arabi Hz.

Fütûhât’tan Fısıltıya: Günümüz Kalbine İlâhî Bir Çağrı

Zaman değişti; çağ gürültüyle, hızla, görüntüyle doldu. Fakat hakikat, hiçbir zaman gürültüde yaşamadı. O her zaman sessizliğin en derin yerinde, kalbin en tenha köşesinde barınmayı seçti. İşte bu yüzden Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin 2. cildi, bugünün insanı için yalnızca tarihsel bir eser değil; içsel bir çağrıdır. Hakk’a çağrı…

Bugün her şey çok hızlı ama ruh çok yavaş. Dışarısı dopdolu ama içerisi bomboş. Bilgi çoğaldı, ama marifet azaldı. İbnü’l-Arabî’nin bu hacimli ve derin eseri, işte tam da bu suskunluğun ortasında bir uyanış sesi gibidir. Satırları değil, satırların arasındaki hâli okumayı bilen için, bu eser bir devadır. Çünkü o, zihni değil; kalbi uyandırır.

Bu kitap “oku” demez; “ol” der. Olmak, aklın değil, ruhun sorumluluğudur. Bilmek, ezberlemek, çözümlemek yetmez. Kalbinde bir sızı, içinde bir sessizlik, gözlerinde bir arayış yoksa; bu kitap sana susar. Ama eğer içten bir merak, derin bir özlem, tanımlayamadığın bir hicran taşıyorsan, Fütûhât seninle konuşmaya başlar.

Ve o vakit, kelimeler kelime olmaktan çıkar. Bir başlık gözyaşı olur. Bir cümle secdeye çağırır. Bir tanım, aynaya dönüştürür. Zira bu eser ne öğretir ne yönlendirir. O, sadece seni sana bırakır. Çünkü en büyük fütûhat, dışarıda değil, kalbinin içinde açılan kapıdır. Ve o kapı açıldığında, artık başka kitaplara değil, başka hâllere ihtiyaç duyarsın.

İbnü’l-Arabî’nin bu ikinci ciltte açtığı her sır, bugünün okuyucusu için bir sorumluluk da doğurur. Çünkü hakikate erişmek, onu paylaşmayı değil; onunla hâl almayı gerektirir. Artık her cümle, her insan, her olay bir ayna olur. Ve bu aynada, artık sadece kendini değil; O’nu görmeye başlarsın.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Muhammedi Makamın Sırları | İbn. Arabi Hz.

Kalbin Sınırında Durmak: Hakikate Dönüşün Sessiz Devleti

İbnü’l-Arabî’nin yazdıkları, çağları aşar. Onun kelimeleri, bir devrin değil; varlığın ortak hafızasına kazınmıştır. Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin ikinci cildi de işte böyle bir hafıza işçiliğidir. Ve bu işçilik, bugün belki her zamankinden daha çok anlam taşır. Çünkü insan bu çağda bilgiye boğulmuş ama hikmetten uzak kalmıştır. Gözler açılmış ama gönüller kapanmıştır. İşte böyle bir çağda Fütûhât, sadece bir ilim değil, bir uyanıştır.

Modern insan, tanımlara, kategorilere, sıfatlara sarılarak kendini tanımaya çalışıyor. Ama hakikat tanımda değil, teslimiyettedir. Zira tanımlar insanı sınırlandırır; oysa hakikat sınırsızdır. Bu yüzden ikinci ciltte anlatılan tüm metafizik ilkeler aslında kişiyi tanımsızlaştırmak, onu kendi varlık iddiasından arındırmak içindir. İbnü’l-Arabî, kişinin “ben şöyleyim, ben böyleyim” dediği her hâli bir perde olarak görür. Çünkü “ben” dediğin yerde Allah’ın mutlaklığına yer kalmaz.

Bugün insan kendi ruhundan uzaklaştı. Çünkü dış dünyanın gürültüsüne teslim oldu. Kalbini reklam panolarına, ruhunu sanal gerçekliklere teslim etti. Ama bütün bu yapaylıklar arasında, bir özlem diri kaldı: Hakikate duyulan özlem… İşte bu özlemle Fütûhât okunur. Ve bu okumada artık kişi yalnız değildir. Çünkü her satırda kendi hâlini bulur. Her kavramda kendi içsel çırpınışını tanır. Her susuşta, kalbinin daha önce duyup unuttuğu bir sesi yeniden işitir.

Fütûhât’ın ikinci cildi, özellikle bu çağda şunu fısıldar: “Kendi içine dön. Orada, senden büyük bir şey var.” Bu büyüklük, ne ego ne de bilgiyle ilgilidir. Bu büyüklük, Allah’ın “Sana Ruhumdan üfledim” (Hicr 15/29) dediği sırrın iz düşümüdür. O sır hâlâ içimizdedir. Ama toprak altına saklanmış bir çekirdek gibi, karanlıkta, unutulmuşlukta beklemektedir. Bu kitap, o çekirdeğe “uyan” diyen bir yağmur gibidir.

İkinci cildin ruhu, okuyucuyu sadece bilgilendirmek için değil; inşa etmek için yazılmıştır. Bu inşa bir teori değil, bir hâl terbiyesidir. Çünkü arif, hâliyle öğretir; susuşuyla konuşturur; bakışıyla secde ettirir. Ve bu kitabın dili, işte bu hâlin sesidir.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Gece ve Gaybın Sırları | İbn. Arabi Hz.

Sûfî Sezgi ve Zihnin Ötesinde Düşünmek: Bilincin Hakikate Dönüşmesi

Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin ikinci cildi bir kitap değil; bir şuurun kendini dışa vurmasıdır. Bu ciltte İbnü’l-Arabî yalnızca “yazmaz” o aslında kendini konuşur. Ancak bu konuşma kelimeyle değil; sezgiyle, hâl ile, bâtınî akışla olur. Bu nedenle bu kitabın gerçek dili ne Arapçadır ne başka bir dildir; onun asıl dili hâlin lisanıdır. Çünkü bu kitap “bilmek için” değil, “dönüşmek için” yazılmıştır.

Sûfî tefekkür, aklın ve muhakemenin ötesine geçer. Felsefî düşünce, analiz eder; sûfî düşünce ise içeriden çözülür. İbnü’l-Arabî’nin yazdığı her satır, zihne değil, kalbe yöneliktir. Çünkü o bilir ki, akıl hakikate ulaşamaz, sadece etrafında döner. Kalp ise merkezde durur. O yüzden İbnü’l-Arabî’nin ikinci ciltteki dili, merkezden dışa doğru yayılır. Okuyucunun iç dünyasıyla rezonansa girmeyen hiçbir kavram orada karşılık bulmaz.

Bu yüzden onun düşüncesi, klasik anlamda “sistematik” değildir. Sûfî düşünce lineer değildir; dairevidir. Sanki bir noktadan başlar ve döne döne seni tekrar aynı noktaya getirir ama sen artık o eski “sen” değilsindir. Bu dönüşümler, yazının içinde değil, okuyucunun içinde gerçekleşir.

İbnü’l-Arabî’nin kullandığı bu sezgisel yapı, yalnızca marifet ehline hitap eder. Çünkü bu ciltte artık bilginin içeriği değil, bilginin kendisi sorgulanır. Neyin hakikat olduğundan ziyade, hakikatin nasıl bilindiği sorulur. Ve buradaki cevap şudur: Hakikat bilinmez; tanınır. Çünkü o senin dışındaki bir nesne değil; içindeki “asıl”dır.

İşte bu yüzden, ikinci cildin asıl hedefi şuurlu bir kalp inşa etmektir. Yani sadece hisseden değil; hissedişinde Hakk’ı gören bir bilinç. Bu bilinçte artık “ben hissediyorum” denilmez. “O hissettiriyor” denir. Ve bu, tevhidin en sessiz ama en derin biçimidir.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Behlüllerin Alemi | İbn. Arabi Hz.

Bâtınî Tefekkürün İç Atlası: Gönlün Sessiz Haritası

Fütûhât’ın ikinci cildi yalnızca fikirlerin değil, kalbin haritalarının da işlendiği bir bölümdür. Ve bu harita, fiziksel değil; tam anlamıyla ledünnîdir. Bâtınî düşünce, yalnızca görünmeyene dair bilgi vermek değildir. Bâtınîlik, görünmeyeni içte duyulur kılmaktır.

İbnü’l-Arabî, bâtınî tefekkürü haritaya benzetir: Baktıkça bildiğini sanırsın ama asıl hedef, haritayı bir gün içselleştirip gözünü kapattığında da orada olmaktır. Çünkü asıl bâtınî idrak, nesnel hakikatin değil; öznelleşmiş hakikatin doğuşudur.

Bu yüzden İbnü’l-Arabî'nin “ilham” dediği şey, dışsal bir vahiy değil, içteki bir zuhurdur. İkinci cilt boyunca bu zuhurlar, kimi zaman Kur’ân’ın bir ayetinin derinlemesine yorumuyla, kimi zaman bir esmânın zuhuruyla, kimi zaman da sadece bir sükût ile yaşanır. Çünkü bâtınî tefekkürde kelimeler taşıyıcı değildir; taşınan şeyin yansımasıdır.

Bu ciltte karşılaştığın kavramlar çoğu zaman bir kapı gibidir. Ama o kapıdan geçip geçemeyeceğin, senin o kelimeyle nasıl bağ kurduğuna bağlıdır. “Nefs”, “huzur”, “cem’”, “tefrika”, “sirretü’l-kalb”, “ilâhî cezbe” gibi kavramlar, sadece teorik değil; tecrübe edilen gerçeklikler hâline gelir.

İşte bu noktada, Fütûhât artık bir kitap olmaktan çıkar, bir mürşid olur. Sana bilgi değil; yön verir. Sana cevabı değil; susmanı öğretir. Ve bâtınî tefekkürde susmak, sadece konuşmamak değil; içteki sesi dinlemeyi bilmektir.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | İlahi Sır | İbn. Arabi Hz.

Kelâmın Ötesi: Sözün Sırra Dönüştüğü Yer

Her kelimenin bir sınırı vardır. Ama sır, o sınırların ötesindedir. Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin ikinci cildi, bizi kelimelerin bitip sırrın başladığı yere getirir. Bu kitap, seni bilgiden sırlara taşır. Çünkü artık “ne dediği” değil, “neden sustuğu” önemlidir.

İbnü’l-Arabî’nin çokça kullandığı bir yapı vardır: Bir kavramı açıklar, sonra durur… ve “ve Allah daha iyi bilir” der. Bu cümle, sadece bir tevazu değildir. Bu, aynı zamanda bir sırrın kenarında durmanın edebidir. O, bazı şeyleri bilmesine rağmen yazmaz. Çünkü bilir ki, bazı sırlar yazılmak için değil; yaşanmak içindir.

İşte bu yüzden ikinci ciltte karşına çıkan bazı konular açık görünür ama hissedilmeden anlaşılmaz. “Zâhir ile bâtının aynılaşması”, “hakkın eşyadaki zuhuru”, “eşyanın ilâhî isimlerle konuşması” gibi meseleler, sadece teorik olarak açıklanmaz; içte bir hale dönüşmesi beklenir.

Bu, modern okuyucu için zor bir yerdir. Çünkü bugünün insanı her şeyi anlama, kavrama, çözümleme arzusu içindedir. Fakat Fütûhât diyor ki:

“Hakikati çözme. Ona teslim ol. O zaman çözülürsün. Ve sen çözülünce, hakikat zaten sensin.”

İşte bu teslimiyet, sözün bittiği yerde başlar. Artık kelime konuşmaz. Kalp konuşur. Kalp de konuşmaz aslında; sadece bekler. Beklemek burada bir eylem değil; bir hâl olur. Çünkü sır gelirse, zaten o konuşur.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Rahmanın Nefesi | İbn. Arabi Hz.

Hakk’a Ayna Olmak: Fütûhât’la Yaşamak

Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin ikinci cildi yalnızca “okunan” bir kitap değildir. O, yaşanır. Çünkü onda yazan her hakikat, hayatın içinde karşılığı olan bir gerçeğe işaret eder. İbnü’l-Arabî, yalnızca bilgiyi değil; hayatı dönüştürmek ister. Ve bu dönüşüm, sadece fikirle değil; fıtratla buluşunca gerçekleşir.

Bu ciltte öğrendiklerin, yalnızca düşünce dünyanı değil; bakış açını, yönelişini, suskunluğunu, hatta yürüyüşünü bile değiştirir. Çünkü artık her baktığında “O’nu” görecek, her olayda “bir ismin cilvesini” fark edecek, her hâlde “bir esmânın işaretini” duyacaksın. Ve bu farkındalık, seni sadece derinleştirmez; sadeleştirir. Çünkü hakikate yaklaştıkça insan karmaşıklaşmaz; durulur.

Ve belki de bu cildin asıl meyvesi budur: Kalbin durulması. Sözlerin azalması. Bakışların ağırlaşması. Gülüşün bile secdeye benzemesi. Bu, artık “olma”dan “aşınma”ya geçmektir. Sadece aramak değil; bulunmaya hazır olmaktır. Sadece anlamak değil; anlamda yok olmaktır.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Mevcut ve Mukadder Zaman | İbn. Arabi Hz.

Fark Etmeden İnşa Edilmek: Fütûhât’ın Terbiye Edici Mimarisi

İbnü’l-Arabî’nin yazı dili, görünüşte açıklayıcıdır; ama hakikatte inşa edicidir. İkinci ciltte bu yön çok daha belirgindir. Okuyucuyu açıkça uyaran, sert dille yönlendiren bir üslup yoktur; fakat satır satır, kavram kavram, sessizce bir ruhsal yapı kurulur. Bu yapının temel malzemesi nefsin incelikle soyulması, bâtınî duyuşun artırılması, eşyanın ardında görülen ilâhî anlamla bağ kurabilme yetisidir.

İbnü’l-Arabî bu terbiyeyi sözle değil, zihinsel düzlemin dışında kurduğu bir hissediş aklıyla gerçekleştirir. Örneğin bir kavramı tanıtarak başlayıp seni onun çok ötesine taşır. “Zahir” der, ama sen sonunda “batın”da kalırsın. “Tevhid” der, ama sen bu kavramın kelime anlamında değil, görünmeyen etkisinde titrersin. Bu da gösteriyor ki Fütûhât, doğrudan söylemez. Sadece yaklaşır. İşaret eder. Bazen sessizce geçip gider. Ve bu geçiş, aslında en güçlü ses olur.

Okuyucu fark etmeden değişir. İlk sayfalarda zihinsel olarak metne hakim olmaya çalışan okur, ilerledikçe susmaya başlar. Kavramları değil, hisleri aramaya yönelir. Bu yönelim, İbnü’l-Arabî’nin metinle kurduğu eğitici ilişkinin tam karşılığıdır. Sanki metin “bilme”nin değil, “bilince erme”nin bir kapısını açar. Bu kapıdan geçildiğinde ne geriye dönmek mümkündür ne de önceki hâlde kalmak.

İşte bu yüzden ikinci cilt bir tasavvuf kitabı değil; bir seyr u sülûk aynasıdır. Ve bu aynaya bakan herkes, kendini değil, suretini aştığı ölçüde Hakk’ı görür.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Burçlar ve Alemin Yaratılışı | İbn. Arabi Hz.

Görünmeyeni Görmek: Eşyanın Ardındaki Kudret

Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin ikinci cildinde belki de en çok yankılanan hakikat şudur: “Eşya, kendiyle sınırlı değildir.” Gördüğün, işittiğin, dokunduğun hiçbir şey, yalnızca dış görünümünden ibaret değildir. Her şeyin ardında bir “ne” değil, bir “Kim” vardır. Ve bu “Kim” sorusu insanı varlığın ardındaki tecellîlere götürür. İbnü’l-Arabî, okuyucuyu eşyaya değil, eşyanın sırtına binerek taşıdığı sırrına bakmaya çağırır.

Bir taş, yalnızca bir taş değildir; o, “el-Celîl” isminin ağırlığını taşıyordur. Bir çiçek, sadece güzellik değil; “el-Cemîl”in renk oyunudur. Bir ölünün yüzü, “el-Mümît”in sessiz nidasıdır. Ve bir tebessüm, “er-Rahmân”ın ince gülüşüdür. Bu yüzden İbnü’l-Arabî, insanı eşyadan koparmadan, ama eşyanın içinde kaybettirmeden, onu tecellî merkezli bir bakışa çağırır.

Bu bakış artık bir bilgi değil, bir bakış açısı değil; varoluşun ta kendisidir. Artık varlık, “şey” değildir; “şeyde tecellî eden hakikat”tir. Ve bu bakışa eren kişi için dünya bir perde değil; bir açıklama, bir ayet, bir zuhur olur. O kişi artık sıradan bir gözle görmez; Hak’la bakar. Artık göz onun değil; “O’nun”dur.

İşte bu yüzden ikinci ciltte varlık artık susturulmaz, sınıflandırılmaz, açıklanmaz. Dinlenir. Çünkü artık her varlık bir konuşma hâlindedir. Sadece dili yoktur. Ama dili olmayan her şeyin ardında bir kelâm sahibi vardır. Ve o kelâm, sesle değil; varlıkla konuşur.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Cehennemin Bilinmesi | İbn. Arabi Hz.

Yolun Sonu Değil, Sonsuzun Başlangıcı

Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin ikinci cildi, bir yolculuğun orta durağı gibi görünse de aslında bir sonsuzluğa ilk adımdır. Bu ciltte artık okuyucu öğrenci değildir. Talebe değildir. Bilgi arayan biri değildir. Artık o kişi arayan değil, çağrılandır. Çünkü İbnü’l-Arabî, bu noktaya kadar seni hazırlamış, dönüştürmüş ve senin içindeki duyuşu Hakk’a yaklaştırmıştır.

Bu cilt bittiğinde kişi bilgiyle dolmaz; kendinden boşalır. Çünkü hakikat, dolmakla değil, boşalmakla gelir. Zihin ne kadar susarsa, kalp o kadar konuşur. Ve bu konuşma artık kelimeyle değil; hâl ile, suskunlukla, secdeyle olur. İkinci cilt, seni secdeye indirmiyorsa, henüz seni açmamış demektir.

İşte bu yüzden, Fütûhât’ın her satırı bittiğinde, sende bir satır daha başlar. Çünkü kitap senin içinde devam eder. Okuma bitmez. Hâl bitmez. Sükûtun bile bir dua hâline gelir.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Berzah ve Diriliş Alemi | İbn. Arabi Hz.

Sırlara Dokunmadan Durmak: Arifin Sustukları

Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin ikinci cildi yalnızca yazılanlardan değil; yazılmayanlardan da oluşur. Sayfalar boyunca kimi yerler vardır ki orada İbnü’l-Arabî kelimeleri geri çeker. Açıkça anlatabileceği bir meseleyi yarıda bırakır, bir kelimeyi fısıldar gibi geçer, bazen de bir konunun içine girer girmez oradan çıkar. Çünkü bazı hakikatler kelimeyle bozulur. Bazı sırlar yalnızca susularak korunur.

İşte bu sessizlik alanları, aslında Fütûhât’ın en yüksek katmanıdır. Çünkü orada bilgi değil; emanet vardır. Ve emanetin sahibi sadece hakikatin kendisidir. O yüzden arifler bir yere kadar anlatır, bir yerden sonra yalnızca hâl ettirir. İbnü’l-Arabî de bunu bilir. Kalemi oraya kadar götürür, ama kalpten kalbe geçmesi gereken bir noktada diz çöker. İşte o diz çöküş, ilmin teslimiyetle secdeye varışıdır.

İkinci ciltte sezdirilen ama açıklanmayan bu alanlar, okuyanı rahatsız etmez. Aksine, açıklanmadığı için yücelir. Çünkü bazen bilmemek, bilmeyi büyütür. Bazı sırlar, üzeri örtülü kaldıkça kalpte bir iz bırakır. Ve o iz, bir gün senin içinde bir anlayış olarak yeşerir. İşte bu yüzden arifler, bazı sırları anlatmaz. Çünkü hakikat anlatıldığında değil; olunduğunda anlaşılır.

İbnü’l-Arabî’nin suskunlukla işaret ettiği her yer, senin için bir çağrıdır: “Buraya kalbinle gel.” Zira artık yol zihnin değil; ruhun yoludur. Ve ruhun yolu, kelimelerle döşenmez. Bu yolda tek ışık, Hakk’a duyulan özlemdir.


Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt | Yeniden Diriliş | İbn. Arabi Hz.

Sadece Bir Kitap Değil, Kalbe Açılan Bir Kapı

Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin ikinci cildi bir kitaptan fazlasıdır. O, insanın kendi içine döndüğü, dışta aradığı her hakikatin aslında içeride saklı olduğunu fark ettiği bir uyanış mekânıdır. Bu eser, okumaktan çok susarak anlaşılır. Çünkü hakikate ulaşmak, konuşmakla değil; hissederek var olmakla mümkündür.

Bu cilt boyunca anlatılan her şey –nefsin çözülüşü, isimlerin zuhuratı, kaderin dairesi, insan-ı kâmilin sırrı– aslında sana seni anlatmaktadır. Çünkü en büyük fütûhat, kitapta değil; kalbindeki kapının aralanmasındadır. Ve o kapı açıldığında, artık sen eskisi gibi değilsin. Ne bakışın aynı kalır, ne susuşun. Artık sen, sadece yaşayan biri değil; seyreden, susan ve gören biri olursun.

İşte bu yüzden Fütûhât, yalnızca bir arifin kelimeleri değil; bir hakikatin yankısıdır. Ve bu yankı, hâlâ duyulmayı bekliyor. Eğer kulak verebilirsen, o ses sana da dokunacaktır. Çünkü O, hâlâ konuşuyor. Hem de varlığın her zerresinde, gecenin en derin vaktinde, suskun bir kalbin en tenha köşesinde…

Ve sen bu yazıyı bitirdiğinde belki şu cümleyle içini dinleyeceksin:

“Ben bu kitabı okumadım… Bu kitap beni okudu.”

Fütûhâtü’l-Mekkiyye 2. Cilt Sesli Kitap

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

Recommended Products For This Post
 
 
bottom of page