İbn Arabi ve Reenkarnasyon.
- Ayhan Yalçın

- 17 Haz
- 12 dakikada okunur

Zaman dediğimiz şey, aslında sadece gözle görülenin değil, görünmeyenin de aynasıdır. Ve ruh, bu aynada yüzü asla tam görünmeyen bir sır gibidir. İnsan kendine “Ben kimim?” diye sorduğunda, sadece şu anda nefes alan bir bedenin cevabını mı arar, yoksa bu nefesin çok öncesinden gelen, belki de henüz varılmamış bir geleceğe yürüyen bir ışığın izini mi sürer? İşte İbn Arabi, bu soruyu cevaplamak için zamanın kendisine bakmamızı değil, zamanın içinden geçip onu aşmamızı ister. Çünkü ona göre ruh, bir anın değil, bütün anların ötesinden gelen bir yolcudur.
Ruh, ezelde yaratılmış ve Allah’ın “Ol” emriyle varlığa gelmiş ilk yankıdır. Bu yankı, hiçbir zaman yok olmaz. Sadece şekil değiştirir, sesini değiştirir, yüzünü değiştirir ama özü hep aynı kalır. Reenkarnasyon kelimesiyle ifade edilen o döngüsel dönüş, İbn Arabi’nin sözlerinde bambaşka bir mana kazanır. O, “aynı ruh tekrar tekrar bedenlenir” demek yerine, “aynı sır farklı suretlerde görünür” der. Çünkü ona göre ruh, tek bir bedenle sınırlı değildir. O bir hakikat aynası gibidir, zamanın içinden farklı suretlere yansısa da aslında kendinden hiç sapmaz. İşte burada zamanın sırları başlar.
İbn Arabi’ye göre zaman düz bir çizgi değil, sonsuz bir dairedir. Başlangıcı olmayan ve sonu olmayan bir devinimdir. Bu yüzden bazı ruhlar bu dairenin belli noktalarında tekrar görünür. Bir insanla karşılaştığında “Ben bu gözleri daha önce gördüm” dediğinde, belki de zamanın o halkalarından birine temas etmişsindir. Belki de ruhun, kendi yolculuğundaki bir izi tanımıştır. Ve işte bu tanıma, bedenin değil, ruhun hafızasındandır. Ruh unutmamıştır. Unutan sadece zamana bağımlı olan bedendir.
Reenkarnasyon, batı dillerinde ruhun ölümden sonra başka bir bedende yeniden doğması olarak anlatılır. Oysa İbn Arabi bu meselenin ruhsal boyutuna öyle bir derinlik katar ki, artık mesele sadece bedenin değişimi değil, sırların yansıması haline gelir. O der ki, “Her insan bir isimle yaratılır. Bu isim onun kaderidir. Bu isim farklı zamanlarda farklı elbiseler giyer.” Yani bir ruh, İlahi bir isimle var olur. Ve o isim, zamanın içinde yankılanarak farklı bedenlerde kendini gösterir. Ama bu tekrar bir kopyalama değil, İlahi sırların başka bir aynada yansımasıdır.
Bir insan öldüğünde, onun ruhu kaybolmaz. Yalnızca görünürlük biçimi değişir. Bazen o ruh başka bir varlıkta bir sezgi olarak, bir ses olarak, bir rüya olarak ortaya çıkar. Bazen bir çocuğun gözlerinde seni tanıyan ama tanımayan bir bakış olur. Bazen bir yabancı, seni senden daha iyi tanır. Ve sen şaşırırsın. Neden o cümle bu kadar tanıdık? Neden bu sokak, bu şehir, bu an, daha önce yaşanmış gibi? İşte bunlar, zamanın sonsuzluğunda kaybolmuş ama yeniden yankılanan ruhların işaretidir. Bazen bir ruh, aynı zamana ait olmadan, farklı suretlerle aynı melodiyi fısıldar.
İbn Arabi’ye göre ruhların devri, bir yerden başka bir yere göçmekten ziyade, bir anlamın farklı kapılardan görünmesidir. O, her ruhun bir İlahi isimle kayıtlı olduğunu, bu ismin zamana yayılmış bir ışık gibi olduğunu söyler. Bazı ışıklar bir defa görünür, bazıları aynı duvarda birkaç kez yankılanır. Ama hiçbiri aynı şekilde görünmez. Yani eğer ruhlar yeniden görünüyorsa, bu görünme bir tekrar değil, bir sırra farklı bir pencereden bakmaktır.
Bir gün içinde seni derin bir biçimde sarsan bir olay yaşadığında, bazı insanlar der ki, “Bu bana tanıdık geldi. Daha önce başıma geldi sanki.” Oysa o olay senin hayatında ilk kez oluyordur. İşte burada zamanın çizgisi kırılır. Zaman, ruhun bilgisiyle çatışmaya girer. Ve sen o anda zamanın kaydından çıkarsın. Ruhun, o anı daha önce bilmiştir. Belki başka bir bedende, başka bir dönemde, başka bir dilde. Ama o anın taşıdığı sır, yine aynıdır. Zaman sadece perdelidir. Ruh ise perdeyi hatırlayan bir şahit gibi yaşar.
Rüyalar bu yüzden bu kadar derindir. Rüyada gördüğün bir yabancı sana adını söylemeden tanıdık gelebilir. Bazen rüyada konuştuğun biri, uyanınca içini derinden sarsar. Sanki onu hep tanımışsındır. Bu rüya, zamanın dışında bir karşılaşmadır. Ruhun zamanla değil, varlıkla kurduğu bir bağdır. İbn Arabi der ki, “Rüyalar zamanın eğildiği yerlerdir.” Yani orada zaman doğrusal işlemez. Ruh, geçmişle gelecek arasında akar. Ve bazen bu akışta başka ruhlara çarpar. O çarpışmalar bize tanıdık gelen yüzler, sesler, dokunuşlar olarak döner.
Reenkarnasyon fikri, çok eski çağlardan beri ruhun yolculuğunu anlamak için bir araç olmuştur. Ama İbn Arabi’ye göre bu yolculuk sadece bedensel bir dönüş değil, İlahi bir sırrın farklı biçimlerde tecellisidir. Her ruh bir suret giyer ama o suret zamanla erir. Geriye kalan, sadece İlahi olanın yankısıdır. Ve bu yankı bazen bir çocukta, bazen yaşlı bir adamda, bazen bir kadının gözyaşında, bazen suskun bir bakışta yeniden görünür.
Bu yüzden bazı insanlar vardır, yaşadıkları hayat yaşlarına sığmaz. Çünkü onların ruhları zamanın dışından gelen bir yük taşır. Bir çocuğun gözlerine bakarsın, orada yüzlerce yılın yorgunluğu vardır. Bir yabancıyla karşılaşırsın, sanki yıllardır onu tanıyorsun. Bunlar sadece tesadüf değildir. Zamanın sonsuz dairesinde ruhların birbirine temas ettiği anlardır. O temaslar bazen bir ömür sürer, bazen sadece bir saniye.
Ama her biri, ruhun tekrar görünmesidir.
İbn Arabi der ki, “Ruh, zamanın içinden geçerek değil, zamanın dışından bakarak yol alır.” Yani biz zamanı yaşadığımızı sanırken, ruhumuz çoktan zamanı delip geçmiş olabilir. Ve belki de bugün hissettiğimiz bir duygu, çok önceden yaşadığımız ama şimdi hatırlayamadığımız bir olayın yankısıdır. Bu yankılar bazen bizi sarsar. Bazen ağlatır. Bazen bir şarkının sözünde, bir sokak lambasının altında, bir yabancının sesiyle gelir.
Ve biz, bu zamanın içinde yaşarken, o kaybolmuş ruhların izini süreriz.
Bazı insanlar hayat boyu bir kimliği yaşarlar ama içten içe başka bir şeye ait olduklarını hissederler. Yeryüzüne tam oturmayan bir yürüyüşleri vardır. Herkesin eğlendiği şeyler onları hüzünlendirir, herkesin kaçtığı acılar onlara tanıdık gelir. Çünkü o ruhlar bu dünyaya sadece yaşamak için değil, hatırlamak için gelmişlerdir. Zamanın içindeki yolculukları, sadece dış dünyayı görmek için değil, kendi içlerinde unuttukları bir sesi yeniden duymak içindir. İbn Arabi’nin bu konudaki sessiz ama derin ifadesi şudur: “Sen sandığın kişi değilsin. Senin içinde olan, senden daha eski bir misafirdir.”
O eski misafir, bazen uykularımızda konuşur. Bazen bir hatıra gibi başımızı döndürür. Bazen anlam veremediğimiz özlemlerle bizi bir yerlere çeker. Hiç gitmediğimiz bir ülkeyi neden bu kadar özlediğimizi bilemeyiz. Tanımadığımız bir dili neden ilk duyduğumuzda kalbimizin titrediğini anlayamayız. Bunlar ruhun geçmiş yankılarıdır. Ve bu geçmiş, takvimlerin yazdığı bir zaman değil, ruhun İlahi isme temas ettiği zamandır. Yani senin zaman dediğin şey, sadece gölge; asıl zaman, ruhun o isme ait yankılarında saklıdır.
İbn Arabi’ye göre her ruh bir “esmaya” bağlanır. O Esma, yani İlahi isim, ruhun yönünü belirleyen kutuptur. Ve bu isim, zamanın her halkasında başka bir yüzle görünür. İşte bu yüzden bazen bir kişi, hiç bilmediği bir sanatta birden ustalaşır. Hiç görmediği bir enstrümanı eline alır almaz çalmaya başlar. Bu bir öğrenme değil, bir hatırlamadır. Zihnin değil, ruhun hatırasıdır. Çünkü o ruh, o ilahi ismin başka bir yansımasında bu bilgiyi yaşamıştır. Bu bir döngü değil, bir devamlılıktır.
İnsanlar genellikle reenkarnasyonu düz bir çizgi gibi düşünürler: doğum, ölüm, tekrar doğum. Ama İbn Arabi, ruhun zamanla olan ilişkisini bir nehir gibi değil, bir yansıma gibi anlatır. Suya yansıyan ışık, her damlada ayrı görünür ama hepsi tek bir güneşten gelir. Aynı şekilde ruh da, her bedende ayrı görünse de kaynağı aynı olan bir ışıktır. Ve bu ışık, zamanın içinde değil, zamanın ardında yanar.
Bazı insanlar birbirine daha ilk anda derin bir yakınlık hisseder. Kalabalık bir odada herkes yabancıdır ama bir kişi vardır, sanki yıllardır biliniyormuş gibi bir sıcaklıkla karşılanır. Bu bir tesadüf müdür? Yoksa ruhların zamanın ötesinde buluştuğu, birbirlerini tanıdığı, aynı ismin yankılarını taşıdıkları anlardan biri midir? İbn Arabi’ye göre bu tanışmalar dünyaya ait değildir. Bu, zamanın dışından gelen bir “tekrar karşılaşma”dır. Çünkü ruhlar tanışmadan önce, zaten tanışmışlardır.

Bazen çocuklar doğduklarında daha konuşmadan gözleriyle konuşurlar. Henüz hiçbir kelimeyi bilmiyorken annelerinin acısını paylaşırlar. Bazı çocuklar acıya büyük bir sabırla dayanırlar. Çünkü ruhları bu sabrı başka bir zamanın ateşinde öğrenmiştir. Yaşlarından büyük bir suskunlukla yaşarlar. Bu suskunluk, ruhun önceki yankılarından kalan sessizliktir. Ve bu çocuklar, zamanın hafızasıyla yürürler. Henüz hiçbir şey öğrenmeden, her şeyi bilir gibi yaşarlar. Bu da İbn Arabi’ye göre ruhun yeniden doğmasından çok, İlahi ismin farklı bir gölgede belirmesidir.
Zamanın kırıldığı anlar vardır. Bir cenazede, bir rüyada, bir duanın içinde… Bu anlar, ruhun zamana hükmettiği anlardır. İnsan bir anda başka bir dönemi görür gibi olur. Kendini yüzlerce yıl öncesinde hisseder. Bazen bir türbe ziyaretinde gözyaşları nedensizce akar. Çünkü o mekan, ruhunun daha önce geçtiği bir yerdir. Zaman yoktur orada. Sadece çağrışım vardır. Bu çağrışım, ruhun tanıdığı bir frekanstır. Beden hatırlamaz, zihin bilmez, ama kalp titrer. İşte bu titreşim, ruhun eski yankılarından biridir.
İbn Arabi bu yankılara “tecelli” der ama bu kelimeyle bir şeyi sadece ‘yeniden belirdi’ anlamında değil, ‘hep oradaydı ama şimdi sen fark ettin’ anlamında kullanır. Ruhun tekrar belirişi, bir geri dönüş değil, bir perde açılışıdır. Her ruh kendi yolunu yürürken aynı İlahi isimle yol alan diğer suretleri hisseder. Onlar farklı bedenlerde olabilir ama aynı İlahi harfin farklı heceleridir. Bu yüzden bazı insanların hikâyeleri birbirine çok benzer. Onlar aynı harfin farklı zamanlardaki yazılışlarıdır.
Zaman, ruhu taşıyan değil, ruhun içinden geçen bir nehirdir. Nehir değişir, ama suyun kaynağı aynı kalır. Ruh, nehrin her kıvrımında başka bir şekilde görünse de, aslında hep aynı şarkıyı söyler. Sadece bu şarkıyı duyan kulaklar zaman zaman değişir. Ve işte reenkarnasyonun sırrı burada gizlidir: Aynı şarkının farklı zamanlarda farklı ağızlardan söylenmesidir.
İbn Arabi bu yüzden “Bir kişiyi tanımak, onun ruhunu değil, onun İlahi ismini tanımaktır” der. Çünkü ruh, o ismin aynasıdır. Ve bu ayna, zamanın farklı noktalarında farklı yansımalar verir. Bu yüzden kimse kimseye tamamen yabancı değildir. Her tanışma, aslında bir tanımanın devamıdır. Her veda, aslında başka bir karşılaşmanın ilk adımıdır. Çünkü ruhlar zamanın dışında yaşar. Onların mekânı, kalplerin derinliğidir.
Geceleri yalnız kaldığında, içinden gelen o açıklanamaz hüzün, bazen geçmiş bir hayatın değil, başka bir zamandaki senin sesidir. O ses, seni buradan çağırmaz. İçinden, çok uzak bir yerden seslenir. Ve sen o sesi ne zaman duyarsan, zaman durmuş gibi olur. Zaman, ruhun yankısına boyun eğer. Çünkü ruh, zamanı aşan tek varlıktır.
Ve sen, şimdi bu sözleri dinlerken… Belki de sadece bir anlatıyı dinlemiyorsun. Belki bu cümlelerin içindeki bazı kelimeler sana dokunuyorsa, bu sadece sesin değil, sana unuttuğun bir şeyi hatırlatan ruhsal bir kapının yankısıdır. Çünkü sen bir bedenden ibaret değilsin. Senin içinde, zamandan çok önce yürümüş ve zaman bitse bile yürümeye devam edecek bir misafir var. O misafir, belki şimdi bu kelimelerin arasında kıpırdanıyor.
Kendini tanımak...
Bu, dışarıdan bakıldığında basit bir cümle gibi gelir insana. Ama İbn Arabi’ye göre bu söz, zamanın sırrını açan anahtardır. Çünkü “kendini bilen, Rabbini bilir” sözü yalnızca ahlaki ya da felsefi bir öğüt değildir. Bu söz, zamanın kırıldığı, ruhun kendini hatırladığı bir andır. Kendini bilmek demek, sadece geçmişini hatırlamak değil, ruhunun daha önce hangi isimde göründüğünü, hangi surette parladığını, hangi çağlarda yankılandığını sezmek demektir. Ve bu bilme, kitaplarla değil, iç sesle gelir. Bir sabah uyanırsın ve sanki içinde başka biri senin yerine konuşmaya başlamıştır. O ses yeni değildir. Unuttuğun bir hikâyenin sesi gibi tanıdıktır.
Bazı insanlar vardır; kendilerini bulduklarında, sadece bugünü değil, geçmişi ve geleceği de değiştirirler. Çünkü onların fark edişi, zamanın içinde değil, zamanın dışında bir kıvılcımdır. O an ruh geçmişte sakladığı bir harfi geri çağırır. Ve o harf, başka bir zamanda başka bir surette yaşanmış olan bir bilginin tekrar hatırlanmasıdır. İşte İbn Arabi’nin anlayışında reenkarnasyon, bedensel bir dönüşten çok, İlahi ismin bu şekilde yankılanmasıdır. O ruhun yeryüzünde ikinci kez yürümesi değil, o ismin tekrar hatırlanmasıdır.
Bazen bir şiir yazılır, ve yüzyıllar sonra biri o şiiri okuyunca gözyaşlarına boğulur. Oysa o kişi o şairi tanımaz, o çağı yaşamamıştır. Ama o kelimeler, o ruhun içinde yankılanan eski bir ses gibi gelir. Bu, zamanın içinden gelen bir yankı değil, ruhun kendi hafızasından yükselen bir fısıltıdır. Çünkü ruh, zamanın kayıtlarından bağımsız olarak kendi bilgisine sahiptir. O bilgi, ne tarihle ne coğrafyayla sınırlıdır. O bilgi, İlahi kaynağın özünden gelen bir sırdır.
Ruhlar kaybolmaz. Yalnızca susar. Ve bazen, yeryüzünde öyle bir an gelir ki, bir ses, bir melodi, bir cümle, bir bakış o suskunluğu deler. Ruh yeniden ses verir. İşte o sesin içinde zaman eğilir. Çünkü zaman, ruhun bilgisine boyun eğmek zorundadır. Zaman, ruhu taşıyan değil, ruhun ışığında görünür hale gelen bir zarftır. Ve o zarf, bazen açılır. Bazen de mühürlü kalır. Ama her ruh bilir ki, bir gün kendi zarfı açıldığında, yeniden doğmaz, yalnızca uyanır.
İbn Arabi, insanın ruhunu yıldızlara benzetir. Her biri kendi yörüngesinde döner, her biri farklı ışıklar taşır. Ama bazen bu yıldızlar aynı gecede aynı gökyüzünde belirir. Bu da ruhların birbirine yaklaşmasıdır. Ve bazı geceler vardır ki, gökyüzü başka parlar. O gece sadece yıldızlar değil, ruhlar da aynı sırra yaklaşır. Aynı İlahi ismin farklı tonları bir araya gelir. İnsan aşka düşer, gözyaşı döker, bir an için bile olsa her şeyin anlamını hisseder. İşte o an, zamanın durduğu, ruhların sustuğu ama varlığın bir anda anlaşılır hale geldiği andır.
Kimileri der ki; “Ben bu hayatı daha önce yaşadım.” Kimileri bir yüzü görünce içine bir ürperti düşer. Sebebi yoktur, geçmişte yaşanmış bir şey de yoktur. Ama o ruh, başka bir zamandan gelen bir iz taşır. Bu iz, ne hafızayla hatırlanır, ne kelimelerle anlatılır. Bu iz, zamanın ötesindeki ruhsal dokunuşun hatırasıdır. Bunu ancak hisseden bilir. Ve hisseden, konuşmaz. Çünkü bu tür hakikatleri kelimeler taşıyamaz. Sadece kalbin titremesiyle anlaşılır.
Ruhlar bu dünyada birbirlerini ararlar. Ama aradıkları, bedenler değil, isimlerdir. Çünkü İbn Arabi’ye göre İlahi isimler birbirini çeker. Aynı kaynaktan doğmuş olan ruhlar, aynı ismin farklı yankılarıdır. Ve bu yankılar bir gün bir araya geldiğinde, sanki dünya durur. Zaman anlamını yitirir. Çünkü o karşılaşma, zamanın değil, sonsuzluğun ürünüdür. O an bir kucaklaşma olur, bir suskunluk, bir ağlayış… Bu sadece bir buluşma değil, bir hatırlayıştır. Ve o hatırlayış, ruhun zaman içindeki görünmeyen defterinin bir satırıdır.
Birçok insan vardır ki, ömrünü “kim olduğumuzu bulmaya” adar. Oysa İbn Arabi der ki, “Sen zaten bir ismin yankısısın. Kendini bulmak için dışarıya değil, o yankının geldiği yere dön.” Yani kendini aramak, ruhunun hangi ismin tecellisi olduğunu fark etmekle mümkündür. Bu farkındalık geldiğinde artık reenkarnasyon ya da ölüm gibi kelimeler anlamını yitirir. Çünkü o ruh artık zamanla bağlı değildir. O ruh, İlahi kaynakla temastadır. Ve temas eden her ruh, kaybolmaz. Yalnızca daha derin bir sessizliğe çekilir.
Bazen yalnız kalmak isteriz. Kalabalıklar içinden sıyrılıp sessiz bir odaya geçeriz. O sessizlikte içimizden garip bir sızı yükselir. Hiçbir şey olmamışken ağlamak isteriz. Bu ağlayış, günün değil, çağların ağıtıdır. Bu gözyaşı, zamanın değil, zamansızlığın yasıdır. Çünkü ruh, bir şeyi hatırlamıştır. Ve o hatırlayış, kelimelere sığmaz. Ruh, zamanın sonsuz dairesinde kendine ait bir kırıntıyı fark etmiştir. İşte o kırıntı, ruhun yeniden görünmesidir. O an kaybolduğumuzu sandığımız şeyin aslında içimizde bir sır gibi yaşadığını anlarız.
İbn Arabi’ye göre bir ruh, asla bir kez yaşamakla sınırlı değildir. Ama bu tekrar tekrar bedenlenmek anlamına gelmez. Bu, İlahi ismin farklı yansımalarla görünmesidir. Her yansıma, bir sır taşıyıcısıdır. Ve her sır, zamanın bir yerine düşer. O yüzden bazı ruhlar, farklı çağlarda ama aynı hisle yaşarlar. Aynı acıyı çekerler. Aynı kelimeleri farklı dillerde tekrar ederler. Çünkü onlar aynı isimden gelen farklı seslerdir. Bu yüzden dünya aynı hikâyeleri tekrar tekrar dinler. Ama her seferinde başka bir kalpten.

Ve sen şimdi bu anlatıyı dinlerken, belki içinde bir şey kıpırdadı. Belki bir yüz geldi gözünün önüne. Belki bir rüya, bir çocukluk anısı, ya da adı olmayan bir özlem… Bunların hiçbirini tesadüf sanma. Belki de o an, zamanın senin için açtığı küçük bir penceredir. Ve o pencereden ruhunun eski bir hali sana bakıyordur. Belki sen, şimdi olduğun kişiden çok daha önce bir sırrı taşıyordun. Belki bu hayat, o sırrı tekrar hatırlaman için sana verilmiştir.
Bazı geceler olur… Her şey sustuğunda, odanın köşesinde yankılanan sessizlik bile sana ait değildir. İçinden gelen derin bir çağrıyla, geçmişin olmayan ama özlemini çektiğin bir zamana bakarsın. Gökyüzüne değil, kalbinin gökyüzüne. Orada belki bir yıldız yanıp sönüyor gibidir. Ne adı vardır onun, ne yeri… Ama içindeki bir şey o ışığı tanır. Tanır çünkü daha önce o ışıkta durmuş, o ışıkta konuşmuş, belki de o ışıkta ağlamıştır. Bu, ruhunun zamanın dışındaki yüzüdür. Görünmeyen ama kaybolmayan.
Ruhlar kaybolmaz. Sadece yankıları değişir. Ve biz bu yankıların peşinden gideriz. Bazen bir şarkıyla, bazen bir isimle, bazen bir bakışla… Gittiğimiz yer görünürde bir şehir değil, bir geçmiş değil, bir yüz değil… Kendi içimizde kaybettiğimiz bir sesin yankısıdır. Bu yankı, bazen bizi susturur. Çünkü kelimeler oraya yetişemez. Kalbin bildiği şeyleri dil anlatamaz. Ve biz bu yüzden içimize çekiliriz. İçimizde saklanan o eski ruhu, o eski yankıyı duyabilmek için.
İbn Arabi’ye göre, bir ruh görünmüyorsa bu onun yokluğu değil, İlahi hikmetin onu görünmez kılmasıdır. Çünkü bazı sırlar gözle değil, kalple görülür. Bazı sesler kulakla değil, ruhla duyulur. O yüzden kaybolduğunu düşündüğümüz insanlar aslında görünmeyen bir perdede yaşıyor olabilir. Onlar başka bir zamanda değil, zamanın dışındaki bir yerde bekliyor olabilir. Ve bir gün, bir an, o perde hafifçe aralanır. O zaman her şey değişir. O zaman bir resim, bir söz, bir koku, bir rüya… seni içinden alıp başka bir âleme taşır. O âlemde ne zaman vardır, ne mekân. Sadece tanıdık bir sessizlik ve hatırlanan bir ışık.
İşte orasıdır ruhların yaşadığı yer. Ne ölü ne diri… Ne uzak ne yakın… O yer, zamanın yankısız olduğu bir boşluktur. Orada kelimeler düşmez, sadece duyuş vardır. Sadece kalbin içine doğan bir biliş. Senin olmayan ama seni sen yapan bir bilgi. Çünkü her insan bir bilginin bedenlenmiş halidir. Ve o bilgi zamanla değil, İlahi olanla taşınır. O yüzden kim olduğumuzu hatırlamak, ne yaşadığımızı değil, neye ses verdiğimizi hatırlamaktır.
Reenkarnasyonun ötesinde, İbn Arabi bize bu hatırlayışın kapısını açar. “Kendini bilen” dediğinde, geçmiş hayatını bilen birinden değil, kendi içinde yankılanan İlahi ismi bilen bir ruh yolcusundan söz eder. Ve o isim, seni farklı suretlerle dünyaya getirebilir. Ama o suretlerin hiçbirinde tam olarak bulunmazsın. Çünkü sen bir şekle sığmazsın. Sen bir sesin içinde dolaşan anlam gibisin. Ve o anlam, sadece zamanı aşıp dönenler tarafından hissedilir.
Belki sen bu dünyaya ilk kez gelmedin. Belki bu ilk nefesin değil. Ama bu bilmek önemli değil. Asıl önemli olan, bu gelişinin içinde neyi hatırlaman gerektiğidir. Çünkü bu hayat sana sadece yaşamak için değil, hatırlamak için verildi. Ve sen eğer içinde bir sızı hissediyorsan, sebebini bilmediğin bir özlem taşıyorsan, bu dünya sana dar geliyorsa… belki de sen zamanın ötesinden gelen bir yankısın. Kaybolduğunu sanan ama aslında beklenen bir sözsün.
Ve bil ki, hiçbir ruh sahipsiz değildir. Her ruh bir İlahi ismin çağrısıyla varlığa gelir. Ve o isim onu zamanın ötesine taşır. Bazen bu taşıyış başka bedenler, başka çağlar, başka hikâyelerle olur. Ama hepsi aynı merkeze doğru yürür. Aynı ışığa… Aynı kaynağa… Senin içinde de o yürüyüş var. Farkında olsan da olmasan da, kalbin o isme doğru çekiliyor. Çünkü ruh, ait olduğu yere dönmek ister. Ve zaman, bu dönüşü ancak izleyebilir. Çünkü asıl yürüyen, zamana sığmayan sensin.
İbn Arabi’nin ifadesiyle, “Sen zamanın yolcusu değil, zamanın sebebisin.” Yani zaman senin için yaratıldı. Ve senin ruhun zamanın içinden geçerken kendini hatırlasın diye bu dünya kuruldu. Öyleyse şimdi sor: “Ben kimim?” Cevap ne bir isimde, ne bir doğumda, ne bir hatırada gizli. Cevap, senin içinde gizli olan çağrıda. O çağrı seni gece sessizliğinde bulur. Kalabalıklar çekildiğinde yükselir. O ses seni kendi kaynağına çağırır. O çağrıya kulak verirsen… hatırlarsın. Ve hatırladığında artık ne ölüm seni korkutur, ne kaybolmak seni yaralar. Çünkü bilirsin: Ruhlar kaybolmaz.
Belki sen de zamanın sonsuzluğunda kaybolmuş bir ruhsun. Belki bu dünya sana yabancı geliyor çünkü sen bu dünyadan önce konuşanlardansın. Belki de bu sesi bu yüzden sevdin. Çünkü bu sözlerin arasında, kendi eski yankını duydun. Belki bu anlatının derinlerinde, unuttuğun ama hep bildiğin bir seni hatırladın. Eğer öyleyse, hoş geldin. Çünkü sen buraya ait değil, buraya gönderilmiş bir ruhsun. Görevi sadece yaşamak değil, ışığını hatırlamak.
Ve ışığını hatırlayan hiçbir ruh, artık karanlıktan korkmaz.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.




