İbn Arabi’nin Zaman ve Ölüm Anlayışı.
- Ayhan Yalçın

- 17 Haz
- 16 dakikada okunur

Hiç durup düşündün mü? Zaman dediğimiz şey gerçekten var mı? Yoksa sadece gözlerimizin kandığı bir yanılsamadan mı ibaret? Bugün geçmişin dünde kaldığını sanıyoruz, geleceğin gelmediğini... Ama ya hepsi aynı anda oluyorsa? Ya yaşadığın bu an, aslında sonsuz bir nehrin sadece yüzeye çıkan bir damlasıysa?
Zaman... En yakınımızda, en içimizde ve en kavranamaz olan. Her şeyin içinde ama hiçbir şeyin kendisi olmayan. İbn Arabi’ye göre zaman bir çizgi değildir. Başlangıcı ve sonu olan bir kronoloji değil, hakikatin farklı perdelerde açılışıdır. O, zamanı bir aynaya benzetir. Baktığında kendini zannettiğin şey, aslında Hakikatin gölgesidir. Her an yeni bir yaratılışla tazelenir zaman. Bu yüzden hiçbir an bir diğerine benzemez. Her “an” yepyeni bir doğumdur.
Ve ölüm... Ah, ölüm… Ne kadar uzak, ne kadar korkutucu gelir insana. Ama İbn Arabi’nin dilinde ölüm, bir bitiş değil. Bir çöküş değil. Aksine, zamanın dışına yapılan bir doğuştur. Zamanın bağlayıcılığından kurtulmak, fanilikten ebediyete geçmek... Bir kapının aralanması gibi. Gölgelerin ardındaki ışığa yürümek gibi. Ölüm, kendinle ilk kez gerçekten karşılaşacağın o sonsuz şimdiye adım atmaktır.
Bugün bu podcast’te birlikte yapacağımız şey, zamanı doğrusal algılayan zihinlerimizi eğmek… Sonsuzluk çizgisinde kaybolmak… Anın içinde varlıkla yüzleşmek… Belki de bir ölüme daha doğmadan önce, zamanın içindeki kendimizi yeniden tanımaya başlamak.
Hazırsan, İbn Arabi’nin rehberliğinde zamanı çözmeye, ölümü anlamaya ve an denen sırrın kapısından geçmeye başlayalım.
Zaman, bize ait değil. Biz onun içinde doğduk, onunla büyüdük, onunla yaşlandık. Ama hiçbir zaman onun hakikatini tam olarak kavrayamadık. Çünkü biz zamanı saatlerle ölçmeye çalıştık. Takvimlerle anlamaya çalıştık. Oysa zaman, ne duvardaki bir akrep-yelkovan, ne de sayfalarını çevirdiğimiz bir ajanda. Zaman, varoluşun ritmi. Ama bu ritim, duyulan değil… sezilen bir müziktir.
İbn Arabi der ki: “Zaman yoktur, yalnızca an vardır.”
Bu söz, duyan her zihni sarsar. Çünkü biz geçmişi hatırlarız, geleceği hayal ederiz. Ve o iki uç arasında kendimizi sıkıştırırız. Ama İbn Arabi, o geçmişin de geleceğin de “şimdi”de eridiğini söyler. Zaman; bir ip gibi uzayıp giden değil, bir damla gibi tek ve bütün olan bir hakikattir. Ve o damla, işte şu anda senin içinde titreyen bilinçtir.
Sen şimdi bu sözleri dinlerken, içinde bir şey kıpırdıyor değil mi? Anlam veremediğin bir çekiliş, bir özlem… İşte o, anın seni çağırmasıdır. Çünkü “an” sadece zamanın birimi değildir. An, Allah’ın her şeye “ol” dediği ve yeniden yarattığı andır. Yani her an, yepyeni bir yaratılışın sahnesidir.
Geçmişin tortuları da geleceğin hayalleri de sadece zihnindedir. Hakikat, yalnızca şimdidedir. Çünkü Allah, sadece “şimdi”dedir. Onun sonsuz tecellisi, sadece bu anın kalbinde görünür. Ne dün, ne yarın… Sadece şimdi.
Bu anlayışla bakıldığında, ölüm artık korkulacak bir şey olmaktan çıkar. Çünkü ölüm, zamanı terk etmek değil, zamanı aşmaktır. İbn Arabi’nin dilinde ölüm, varlıktan hiçliğe düşüş değil; sınırlıdan sınırsıza geçiştir. Zamanın çizgisel akışından kurtulup, hakiki varoluşa uyanıştır.
Tıpkı bir rüyanın içinden uyanmak gibi... Ölüm, var sandığın bir rüyadan hakikate göz açmaktır. Uyandığında anlıyorsun ki, bu dünya zamanın donmuş bir hayaliymiş. Sen o hayalin içinde var olduğunu sanmışsın. Oysa hakiki varlık, zamanın dışında, anın kalbinde saklıymış.
İbn Arabi şöyle der: “Ölümle birlikte insan, ilk kez kendini tam olarak görür.”
Çünkü zamanın içinde, kendimizi hep parçalı yaşarız. Bir yanımız geçmiştedir, bir yanımız yarına kaçmak ister. Ama ölüm, seni bütünüyle şimdiye çağırır. Zamanla örttüğün yüzün düşer. Maskelerin dökülür. Ruhun çıplak kalır. İşte o an, her şeyin gerçeği görünür.
Bu yüzden ölüm, bir son değil; bir açılıştır. Bir eşiktir. Tıpkı rahimde başlayan ilk doğum gibi, bu da başka bir doğuştur. Ama bu defa mekânlara değil, sonsuzluğa doğarsın. Zamanı ardında bırakır, hakikatin içine yürürsün.
Belki de asıl mesele, yaşamın ortasında bu ölümü yaşayabilmektir. Yani zamanın içindeyken, zamansızlığı sezebilmektir. Ölümlü bedenin içinde, ölümsüz ruha dokunabilmektir.
İbn Arabi’ye göre bu mümkündür. Çünkü hakiki bilgi, zamanın dışından gelir. Ruh, bu bilgiyi duymaya açıksa; zamanı kendine perde yapmaz, onun ardındaki sırrı seyreder.
Ve işte o an, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Zamanın geçmediğini, sadece senin değiştiğini fark edersin. Dakikalar seni yaşlandırmaz, sadece ruhunu açar. Geçmişin yükü düşer omuzlarından. Gelecek artık seni korkutmaz. Çünkü sen, şimdiye yerleşmişsindir. Ve “şimdi”, Allah’ın evidir.
Dinleyiciye bir şey söylemek gerek burada. Belki sen de uzun zamandır bu “an”a ulaşmaya çalışıyorsun. Belki geçmişin acıları, geleceğin belirsizlikleri seni tüketti. Ama dur. Derin bir nefes al.
Çünkü sen şu anda yaşıyorsun.
Ve bu an, seni Allah’a en yakın kılan andır.
Zaman geçiyor sanıyorsun ama aslında sen kendine doğru yaklaşıyorsun.
Ve bu yaklaşma, sonsuzluğun uyanışı oluyor.
Zaman çöktüğünde, hakikat görünür olur.
Bu cümle ilk başta yıkıcı gelir kulağa. Ne demek zamanın çökmesi? Her şeyin sonu mu? Hayır. Aslında her şeyin başlangıcıdır bu.
Çünkü zaman, bir perdenin adıdır. Zihnimize serilmiş, kalbimizi meşgul eden, bizi asıl hakikatten uzaklaştıran bir perde. Biz o perdenin üzerine saatler çizdik, takvimler yerleştirdik. Ama perde yine de perdeydi.
Oysa perde bir gün düşer.
Ve işte o düşüş, İbn Arabi’nin deyimiyle “zamanın çöküşüdür”.
Bu çöküş, dışsal bir felaket değil, içsel bir uyanıştır.
Bir sabah, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını anlarsın. Güneş doğmuştur ama senin içindeki zaman durmuş gibidir.
İşte o anda “an” belirir. Sonsuz şimdi. Ne geçmişin tortusu vardır ne geleceğin korkusu.
Sadece saf bir varlık hali...
Ve o hâl, ölüm anının iç yüzüdür.
İbn Arabi’ye göre ölümden sonra zaman artık işlemez. Çünkü zaman, hareketle ilgilidir. Bir yerden bir yere gitmekle, bir andan bir ana geçmekle... Ama ölüm, hareketin durduğu değil, başka bir boyuta geçtiği bir eylemdir.
Ruh, zamandan çözülünce, artık sadece “an”da yaşar. Ve o an, Allah’ın huzurudur.
Burada yıllar yoktur. Dakikalar, saniyeler yoktur.
Sadece hakikat vardır.
Ve hakikat, her şeyi çıplaklaştırır.
Düşünsene…
Zamanın her şey olduğu bu dünyadan, zamanın hiçbir şey olmadığı bir aleme geçiyorsun.
İnsanların “ölüm” dediği şey, aslında bu geçişin adıdır.
Zamanın yavaşça çözülüp dağılması… Ardından sessizlik… Ardından sonsuzluk…
Ve o sonsuzluğun içinden gelen bir ses:
“Ben seninleydim. Hep seninleydim. Ama sen kendinle değildin.”
İşte o an, insan her şeyi görür.
Ama artık bir şey yapamaz. Çünkü zaman yoktur. Çünkü artık değişim yoktur.
Değişim, zamanın işiydi.
Ama sen şimdi, zamanın dışına doğdun.
İbn Arabi, bunu “sonsuz idrak” hali olarak tanımlar.
İnsan, kendini ve Rabbini zaman perdesi olmadan ilk kez görür.
Ve gördüğü şey ya bir nehir gibi akan bir nur olur…
Ya da içine çöken karanlık bir hayal kırıklığı…
Çünkü hakikat, örtüsüz geldiğinde yakıcıdır.
O yüzden bu dünyada yaşarken, bu perdeyi yavaşça aralayabilmek…
İşte hakiki bilgelik budur.
Ruhun sonsuzluktaki hali, zamansız bir bilinçtir.
Ne yaşlanır, ne ilerler, ne geriler.
Sadece olur.
Oluş, burada bir eylem değil, bir özdür.
Ve bu öz, Allah’a en yakın noktadır.
İşte bu yüzden İbn Arabi, ölümü bir kayıp olarak değil, bir vuslat olarak görür.
Sevenin sevdiğine kavuşması…
Yolcunun menzile varması…
Zamanın, sadece bir nehir değil, bir köprü olduğunu fark etmesi…
Ve o köprünün sonunda sadece O’nun olduğu bir denize dökülmesi.
Belki de ölüm, bizim sandığımız gibi değil.
Belki de ölüm, her gece uykuda yaşadığımız bir şey.
Çünkü İbn Arabi’ye göre uyku da küçük bir ölümdür.
Her gece ruhumuz, bedenden ayrılır.
Zamandan çözülür.
Ve Allah’ın huzuruna çıkar.
Sonra sabah, yeniden bağlanır bu dünyaya.
Ama o kısa ayrılık, aslında ruhumuza ezelden bildiği o zamansızlığı hatırlatır.
Bu yüzden ölümden korkmak yerine, onu tanımaya çalışmalıyız.
Zamanın dışına geçmeden önce, zamanın gerçeğini anlamaya çalışmalıyız.
Çünkü zamanı anlayan, ölümü anlar.
Ölümü anlayan ise, yaşamayı gerçek anlamda öğrenir.
Ve gerçek yaşam, yalnızca “an”da olur.
Dinleyiciye dönmek gerek şimdi.
Belki sen de yıllardır zamanı bir yük gibi taşıyorsun.
Belki her gün, geçmişin pişmanlıklarıyla ve geleceğin belirsizliğiyle savaş veriyorsun.
Ama dur.
Şu an…
Evet, şu an…
Sadece senin.
Ve belki de, zamanın sana bahşettiği bu an,
Sonsuzluğa açılan tek kapı.
İbn Arabi der ki: “Varlığın sırrı, anın derinliğindedir.”
O hâlde gel.
Şimdi sessizce içinden geç bu kapının.
Zamanın çöküşünden korkma.
Çünkü o çöküş, senin doğuşun olabilir.
Ölümden sonra zaman çözülmez.
Zaman silinir.
O, bir daha asla çağırılamayan bir rüya gibi arkada kalır.
Ve sen, sen dediğin ruh, ilk defa bir şeyin ne zaman başladığını ya da ne zaman biteceğini sormaz artık.
Çünkü “başlangıç” da “bitiş” de sadece zamanın dilindeydi.
Ama şimdi sen başka bir dile geçtin.
O dilde tek bir kelime vardır: Varlık.
Ruh, ölüm sonrası artık bir yön bilmez.
Ne sağa gider ne sola…
Ne yukarı çıkar ne aşağı iner.
Çünkü yön, mekânla ilgilidir.
Mekân ise zamanın kardeşidir.
İkisi el ele tutuşur ve seni sınırlı bir hayata zorlarlar.
Ama biri düştüğünde, diğeri de dağılır.
İşte bu yüzden ölümle birlikte ruh, ilk defa serbest kalır.
Ama bu serbestlik…
Bir boşluk değil.
Bir hiçlik değil.
Aksine, tarif edilemez bir doluluk…
Her şeyin tek bir anda yaşandığı yoğun bir şuur hâli.
İbn Arabi’ye göre ölümden sonra yaşanan bu hal, “aynı anda her şeyi görmek”tir.
Zamanın içinde parçalanmış olan ne varsa, bir bütün halinde sana gösterilir.
Hayatın bir kitap gibi değil, tek bir kelime gibi okunur.
Ve o kelime, ya seni yakınlaştırır…
Ya da senden uzaklaştırır.
Çünkü her ruh, kendi aynasında bakar bu sonsuzluğa.
Kimisi yıllarca unuttuğu hakikatle ilk defa karşılaşır.
Kimisi ise inkâr ettiğiyle yüzleşir.
Ama her ruh, bu çırılçıplak hakikatte kendini bulur.
Kurtuluş da, azap da bu buluşmada gizlidir.
Senin yaptıkların değil, senin oluşun belirler artık neye yakınsın.
Yani niyetin, özün, niçin yaşadığın, neye baktığın…
Zaman içinde gizlenmişti bunlar.
Ama zaman artık yok.
Ve her şey açıkta.
İşte İbn Arabi, bu hali “ayna hâli” olarak anlatır.
Her ruh, kendi varlığının hakikatini görür.
Kendine tutulmuş bir ayna gibi.
Ama bu ayna, seni dışınla değil, içinin içiyle gösterir.
Ve o gösterme anı, ne bir gün sürer, ne bir yıl…
Çünkü artık gün yoktur.
Saat yoktur.
Sadece o an vardır.
İşte bu yüzden ölüm, bir ebedi “an”a uyanmaktır.
Kimi için bu an, bir nurun içindeymiş gibi geçer.
Kimi içinse bir gölgeye saplanmak gibidir.
Ama her durumda, zamanın çözülmesi, ruhun tüm perdelerden sıyrılması demektir.
Ne saklayacak bir günün vardır, ne de gizlenecek bir anın.
Bu çıplaklık korkutucu görünür belki.
Ama aynı zamanda kurtarıcıdır.
Çünkü artık sadece sen varsındır ve Yaradan’ın huzurundasındır.
O senin her anını, her düşünceni bilir.
Ama şimdi sen de kendini onun bildiği gibi görüyorsun.
İşte bu idrak, en büyük uyanıştır.
Ruh, zamanın kalıplarından çıkınca, çok şeyin aslını fark eder.
Olaylar arasındaki neden-sonuç bağları kırılır.
Çünkü zamanın sıralılığı ortadan kalkmıştır.
Artık her şey “bir” olmuştur.
Sevdiğin, özlediğin, kaçtığın, unuttuğun…
Hepsi tek bir ışıkta birleşir.
İbn Arabi buna “tekilliğin farkındalığı” der.
Bölünmemiş, parçalanmamış bir bilinç…
Tüm varoluşun tek bir kalpte toplanması gibi.
Ve sen, o kalbin içinde bir damla gibi duruyorsun.
Belki o anda dünyadayken duyduğun duaları hatırlıyorsun.
Belki çocukken göğe bakarak sorduğun sorular geliyor aklına.
“Ben kimim?”, “Neden buradayım?”, “Nereye gidiyorum?”
Şimdi hepsinin cevabını aynı anda duyuyorsun.
Ama kelimelerle değil.
Hissederek.
Çünkü ölüm, hakikati kelimelerden arındırır.
O artık anlatılmaz, sadece yaşanır.
Ruh bu farkındalıkla baş başa kaldığında,
İbn Arabi’nin dediği gibi, artık “yol bitmiş değildir”.
Çünkü zamanın bitmesi, yolun da bittiği anlamına gelmez.
Aksine, hakiki yolculuk şimdi başlar.
Ama bu yolculuk, adımlarla değil, idrakle olur.
Ruh, kendini bilir.
Kendini bilen, Rabbini bilir.
Ve Rabbini bilen, ebedî olur.
İşte bu yüzden, zamanın sonu denilen yerde,
Aslında senin sonsuzluğun başlar.

Zamanın sonsuzluğuna uyanmak…
Bu bir bilgi değil.
Bu bir karar, bir dönüş, bir bakıştır.
Hayatın ortasında durup, her şeyin neden bu kadar hızlı aktığını sorgulamaktır.
Dakikaların seni neden yorup tükettiğini…
Günlerin neden seni kendinden uzaklaştırdığını…
Zamanın neden artık bir takvim değil, bir baskı gibi üstüne çöktüğünü anlamaya çalışmaktır.
Belki de sen, zamandan kaçmaya çalışırken kendinden uzaklaştın.
Belki o yüzden sabahları yorgun, geceleri huzursuzsun.
Ama şimdi artık biliyorsun ki, zaman düşman değil.
O bir yol arkadaşıydı, sen onu yanlış tanıdın.
Zaman, seni öldürmek için değil, seni uyandırmak için vardı.
Ve her “an”, Allah’ın sana göz kırptığı bir aynaydı.
Ama sen o aynaya bakarken, sadece geçmişin gölgelerini ve geleceğin korkularını gördün.
Kendini değil.
İşte şimdi, bu podcast boyunca birlikte yürürken bir şey oldu.
Bir kapı aralandı.
İçeriden bir ışık sızdı.
Sen de hissettin değil mi?
Zamanın kırılgan yüzünü, ölümün sessizce çağıran sesini, ruhunun sonsuzluğa özlemini…
İbn Arabi’nin bize öğrettiği en büyük sır şu:
Zamanın içinde değil, zamanın üstünde yaşayabilirsin.
Geçmiş seni tanımlamaz, gelecek seni sınırlamaz.
Çünkü sen bir ruhsun.
Ve ruh, zamana ait değildir.
Zaman, sana hizmet etmek için yaratıldı.
Ama sen hizmet edermiş gibi yaşamaya başladın.
Oysa şimdi, uyanma zamanı.
Kendine bir soru sor:
Gerçekten yaşıyor musun?
Yoksa sadece zamanı mı tüketiyorsun?
Günlerin birbirine benziyor, anların birbirine karışıyor mu?
Yoksa her sabah, Allah’ın sana “Bugün yeniden yaratıldın” dediğini duyabiliyor musun?
Her yeni gün, seni hakikate biraz daha yaklaştırıyor mu?
Zamanın sonsuzluğu, saatlerle ölçülemez.
O kalpte başlar.
Bir insanın içine bir “an” düşer.
Ve o an, her şeyi değiştirir.
Tıpkı bir damlanın okyanusa düşmesi gibi.
Küçüktür ama iz bırakır.
Ve o iz, insanı kendine döndürür.
Sen şimdi, zamanla olan bağını yeniden kurmalısın.
Onu bir düşman gibi değil, bir dost gibi görmelisin.
Her an’ı bir fırsat, her saniyeyi bir tecelli olarak fark etmelisin.
Çünkü hakikat, sadece anda belirir.
Ve sadece uyanmış bir göz onu görebilir.
Ölüm gelmeden önce uyanmak…
İşte tasavvufun özü budur.
Zamanın çökmesini beklemeden, kendinle yüzleşmek.
Zamanın iplerini senin tuttuğunu anlamak.
Ve o ipleri Allah’a uzatmak.
“Ben zamanı değil, seni istiyorum” diyebilmek.
İbn Arabi der ki:
“Her an, O’ndan bir tecelli iner. Her an, yeni bir yaratılış olur. Lakin gafletle bakanlar bunu göremez.”
İşte o yüzden gözünü aç.
Gafleti bırak.
Bu hayat bir oyalanma değil.
Bu hayat bir hazırlıktır.
Bir uyanıştır.
Bir doğuştur.
Ve zaman, seni o doğuşa taşımak için var.
Artık anla ki, geçmişte kaybolmak da gelecekten korkmak da gereksiz.
Çünkü ne geçmiş geri gelir, ne gelecek senin istediğin gibi olur.
Ama “şimdi”…
Şimdi elindedir.
Ve sen, o şimdiyle tüm zamanlara hükmedebilirsin.
Dinleyici, sana son bir cümleyle seslenmek istiyorum:
Zamanın içinde kaybolanlardan olma.
Zamanı fark edip, onun ötesine uyananlardan ol.
Çünkü sen sadece bir insan değilsin.
Sen Allah’ın “kün” emriyle var olmuş bir ruhsun.
Ve senin zamanla değil, sonsuzlukla işin var.
Unutma:
Ölüm seni yok etmek için değil, seni sonsuzlaştırmak için gelir.
Ve hakiki uyanış, ölüm gelmeden başlamalıdır.
Zamanın içinde yaşıyoruz ama onu yaşayamıyoruz.
Dakikalar geçiyor, saatler akıyor…
Ama ruh yerinde sayıyor.
Çünkü zamanı yaşamak, onu harcamak değil; onu fark etmektir.
Ve bu fark ediş, hayatı kutsal bir yürüyüşe dönüştürür.
Peki nedir bu farkındalık?
Bir duruş, bir bakış, bir iç çekiş…
Kendini zamanın akıntısına bırakmak değil,
o akıntının nereden gelip nereye gittiğini görmek.
Ve o sırada, içindeki sesten fısıltılar duymak.
“Buradasın. Yaşıyorsun. Şimdi ve sadece şimdi varsın.”
Zaman, aslında dışarıda değil.
Saatlerde, takvimlerde, mevsimlerde değil.
Zaman, içeride başlar.
Kalpte.
Kalp neyle doluysa, zaman ona göre akar.
Korku varsa zaman boğar…
Aşk varsa zaman parlar…
Huzur varsa zaman durur.
Ve sadece durduğunda hakikati gösterir.
İbn Arabi, zamanın durağanlığını değil;
“an”ın yoğunluğunu anlatır.
Çünkü bir an, bir ömre denk olabilir.
Bir bakışta bir ömürlük hakikat görülebilir.
Bir söz, tüm kaderi değiştirebilir.
Bir suskunluk, sonsuzluğu dile getirebilir.
İşte bu yüzden her an kıymetlidir.
Çünkü her an, seni Allah’a götürebilecek bir köprüdür.
Ama sen o köprüyü fark etmeden geçiyorsan,
bir daha geri dönemezsin.
Zaman, geriye dönmez.
Ama insan dönebilir.
Tövbe budur.
Yönünü değiştirmek.
Zamana esir olmak yerine, onun üstüne çıkmak.
İdrakinle, kalbinle, niyetinle…
İbn Arabi der ki:
“Senin içinde öyle bir âlem vardır ki,
zamanın dışındadır.
Orada saat yoktur, yalnızca sırlar vardır.”
İnsan bu sırlara yaklaşmaya başladığında,
zaman artık bir düşman değil, bir yol olur.
O zaman saat değil, niyet belirler.
Takvim değil, kalbin sesi yön verir.
Ve hiçbir sabah aynı şekilde doğmaz artık.
Her yeni gün,
sana verilen yeni bir parıltıdır.
İdrak edebilirsen,
her gün yeniden yaratıldığını fark edersin.
Her sabah yeni bir sen…
Her akşam, biraz daha yaklaşmış bir ruh…
İşte bu farkındalıkla yaşamak,
ölmeden önce uyanmak demektir.
Ölüm sana gelmeden,
sen zamanın sırrına yürürsün.
Ve o sırda,
sadece Allah vardır.
Zamanı var eden,
anları yaratan,
seni her anda yeniden dokuyan…
Belki sen de şimdi bu sözleri dinlerken,
bir an durdun.
İçine bir şey doldu.
Adını koyamadığın ama sana ait olan bir şey…
İşte o senin ruhundur.
Zamanla konuşmaya çalışan o sessiz iç ses…
Yıllardır susturulmuş ama hep orada durmuş olan o öz…
İşte şimdi onu dinle.
Zamanın ötesinden gelen kendi sesini…
Sana seni anlatan,
hiç susmamış ama senin duymayı unuttuğun o hakikati…
Çünkü zaman, bir gün bitecek.
Ama sen kalacaksın.
Senin hakikatin, senin ruhun, senin bilincin…
Zamanı anlamadan geçen bir ömür;
kitabı okunmamış bir hayat gibidir.
Ama zamanı idrak eden bir ruh;
henüz ölmeden dirilmiş bir candır.
Bir gün gelecek ve bu dünya ardında kalacak.
O gün ne bir takvim yaprağına tutunabileceksin, ne de bir saate bakabileceksin.
Çünkü zaman bitecek.
Ve sen, seni zaman sanan benliğin içinden çıkıp,
gerçek varlığınla baş başa kalacaksın.
Ama o gün gelmeden önce, bir şey mümkün:
Zamanı anlamak.
Zamanla barışmak.
Zamanı bir yük gibi taşımak yerine,
onu içindeki sırrı hatırlatan bir dost gibi görmek.
Belki yıllardır zamanın seni tükettiğini hissediyorsun.
Her sabah gözlerini açtığında, başka bir yük, başka bir telaş…
Geriye dönmek istiyorsun ama dönemiyorsun.
İleri gitmek istiyorsun ama neyle karşılaşacağını bilmiyorsun.
Ve ortada sıkışıp kalmışsın.
Ne geçmiştesin, ne gelecekte…
Ama bir türlü şimdiye de varamıyorsun.
İşte bütün mesele bu.
Sen zaten şu anda yaşıyorsun.
Ama farkında değilsin.
Zihnin geçmişte…
Kalbin gelecekte…
Ruhun uykuda…
Peki ya uyansan?
Peki ya sadece bir an için,
şu anda, tam şimdi,
her şeyi bıraksan…
Zihnini sustursan,
kalbini dinlesen…
Ne olur biliyor musun?
O an, seni kendine getirir.
Ve kendine gelen insan,
Allah’a yaklaşır.
Çünkü O, zamanın içinde değil,
zamanın ötesindedir.
Ama O’na giden kapı,
tam da bu anda saklıdır.
Bu yüzden “an”ı kaçırma.
Onu basit bir saniye sanma.
O bir tohumdur.
O bir kapıdır.
O bir fırsattır.
Sonsuzluğun sana göz kırptığı tek yer,
şu andır.
İbn Arabi der ki:
“Allah, her an yeni bir yaratıştadır.”
Demek ki sen de her an yeniden doğabilirsin.
Geçmişin seni tanımlamak zorunda değil.
Gelecek seni korkutmak zorunda değil.
Senin ruhun,
zamanı aşabilecek kadar güçlü yaratıldı.
Senin kalbin,
bir ömrün yükünü tek bir nefeste taşıyabilecek kadar derin yaratıldı.
Ama bu derinliği hissetmek için,
zamanla konuşmayı öğrenmelisin.
Onu susturmak için değil,
onun içinden geçebilmek için…
Zaman seni öldürmüyor.
Zaman seni bekliyor.
Kendini fark etmeni,
yaşamı hakiki kılmanı bekliyor.
Çünkü senin hayatın,
sadece yaşadığın şeylerden ibaret değil.
Senin hayatın,
neye baktığın, neyi fark ettiğin ve neyle uyandığındır.
O yüzden sor kendine:
Ben bu zamanı nasıl kullanıyorum?
Zaman beni büyütüyor mu, yoksa benden bir şeyler mi götürüyor?
Ben her gün biraz daha ben oluyor muyum?
Yoksa her gün biraz daha başkasına mı dönüşüyorum?
İbn Arabi’nin öğrettiği hakikat şudur:
Zamanı doğru anlayan insan,
ölümden korkmaz.
Çünkü onun için ölüm,
sonsuz şimdiye geçiştir.
Bitmeyen bir anın içine doğuştur.
Ama bunu yalnızca yaşayan bilir.
Hayatın içindeyken
ölümü bir son değil,
bir açılış gibi gören bilir.
Şimdi düşün:
Bu sabah uyandığında ne hissettin?
Hayatın seni sarıp sarmaladığını mı,
yoksa üzerine çöktüğünü mü?
Zamanı senin için ne ifade ettiğini bilmeden yaşayamazsın.
Çünkü zaman, yalnızca bir ölçü değil…
Zaman bir ayna…
Bir hesap…
Bir geçiş…
Ve sen bu geçişte nereye doğru yürüyorsun?
İbn Arabi’ye göre hakiki yürüme,
zamanla değil, anla olur.
Bir adım attığında,
o adımı Allah’la attığını fark ediyorsan yürüyorsundur.
Aksi hâlde sadece sürükleniyorsun demektir.
O hâlde şimdi,
seni kendine çağırıyorum.
Hayatın tam ortasında durmaya,
anlamaya, bakmaya, dinlemeye…
Geçmişi affetmeye,
geleceği teslim etmeye…
Ve şimdiye yerleşmeye.
Çünkü şimdi,
senin cennetindir.
Eğer idrak edebilirsen…
Eğer kalbinle görebilirsen…
Zaman, senin için bir düş değil,
bir diriliş olur.
Ve o zaman, ölüm bile seni korkutmaz.
Çünkü sen zaten doğmuşsundur.
Zamanın çöküşünde değil,
zamanın fark edilişinde hayat bulmuşsundur.
Bu sesin ulaştığı her kalbe sesleniyorum şimdi:
Kalk.
Kendine gel.
Zamanın ardındaki seni hatırla.
Sen bu dünya için yaratılmadın.
Sen saatler, günler, yıllar için yaratılmadın.
Sen sonsuzluk için yaratıldın.
Ve sonsuzluk, sadece “şimdi”de başlar.

Bir gün başlıyor.
Yine bir sabah.
Güneş yeniden doğmuş, takvim bir yaprak daha atmış.
Sen yine bir şeylere geç kalmışsın.
Ama belki farkında değilsin:
Geç kalınan şey dış dünya değil…
Asıl geç kalınan, kendi ruhundur.
Zaman hızla akıyor, evet.
Ama sen nereye akıyorsun?
Soru bu.
Hedefe mi, yoksa sadece gidişe mi?
İbn Arabi der ki, “gidiş, yalnızca niyetle anlam kazanır.”
Yani yürüdüğün yolun ne olduğu değil, neden yürüdüğündür seni belirleyen.
Bir sabah işine giderken, kalbinde Allah varsa, o yol ibadettir.
Ama bir gece seccadeye oturmuşken zihnin geçmişe gidiyorsa, o an bir gaflet olabilir.
O hâlde zaman, dıştan çok, içte yaşanır.
İçinde ne varsa zaman onu büyütür.
Korku varsa zaman seni kemirir.
Tevekkül varsa zaman seni yüceltir.
Kendinle barışık değilsen, zaman seni düşman eder.
Ama eğer Rabbini anımsarsan, zaman sana secde eder.
Bir fincan çay içtiğin anı düşün.
Sade. Sessiz.
Ama o sessizlikte kalbini duyabiliyor musun?
Yoksa çay bitiyor ama sen hâlâ orada değil misin?
Anı kaçırıyoruz.
Sürekli geçmişi düşünüyoruz, sürekli gelecekten korkuyoruz.
Ama Allah, bize her sabah yeni bir “an” veriyor.
Ve biz o anı geçmişin karanlığıyla boyuyoruz.
Veya gelecek kaygısıyla gölgeliyoruz.
Şimdi dur.
Ve bu ânı fark et.
Nefesini dinle.
Göğsünün yükselip alçalmasını hisset.
O ses var ya…
Kalbindeki o ritim…
İşte o, Allah’ın “ol” dediği andır.
O, senin yaratılışının yeniden yankısıdır.
Her kalp atışı, Allah’ın seni hâlâ sevdiğinin işaretidir.
Zamanın sana yük olmasının nedeni, senin ondan kaçmandır.
Ama kaçtıkça zaman seni kovalar.
Kaçtıkça yaşlanırsın.
Kaçtıkça tükenirsin.
Oysa dön ve yüzleş.
Zamana bak.
O sana hep bir şey anlatmaya çalıştı.
Hatalarını affetmeyi…
Anı yaşamayı…
Geçmişte yaşamanın seni taşıyamayacağını…
Geleceği kurmak için şimdiye inmen gerektiğini…
Zaman bir hocadır.
Ama onun dersi sessizdir.
Onu sadece kalbiyle duyanlar öğrenir.
İbn Arabi’nin metinlerinde zamanın öğretici yönü çokça geçer.
Zaman seni tanır.
Çünkü o da Allah’ın yarattığı bir varlıktır.
Bir mahluktur.
Ve onun görevi seni eğitmektir.
Ama zaman bazen hızlanır, bazen yavaşlar.
Sen bir gün içinde bazı anların sanki saatler sürdüğünü hissedersin.
Bazı günlerin bir göz açıp kapamada geçtiğini…
Bunlar tesadüf değil.
Bunlar ruhunun zamanla olan ilişkisine göre belirlenir.
Sen zamanla savaşmamalısın.
Sen zamanla dans etmelisin.
Onunla ahenk içinde yaşamalısın.
Her sabah, “Bugün bana hangi sırları açacaksın?” diye sormalısın.
Ve gece, “Bugün seni anlayabildim mi?” diye içinden geçirmelisin.
Çünkü zaman seni götürdüğü yere ulaştırmak ister.
Ama sen kendi içinde kayıpsan, zaman seni dağınıklığa sürükler.
İdrak edersen kurtulursun.
Kurtulursan artık zaman da sana secde eder.
Çünkü sen Allah’a yönelmiş bir kul olmuşsundur.
Düşünsene…
Zaman, Allah’ın ismini taşıyan bir sır.
“El-Vakt”...
Anın Rabbi.
Sen her an farkında olursan,
zaman senin için tecelli eder.
Bir çocuk gülüşünde,
bir dostun omzunda,
bir yalnız gecede…
Allah, zaman üzerinden sana dokunur.
Ama sen o dokunuşu fark edemezsen,
zaman geçer ama sen kalırsın.
Zaman seni alıp götürür ama sen hâlâ başlangıçtasındır.
Ve ölüm geldiğinde…
“Ben aslında hiç yaşamamışım…” diyenlerden olursun.
Oysa hayat yaşanmak içindir.
Ama sadece biriktirerek değil…
Hissederek.
Dua ederek.
Anı bilerek.
Zamanla konuşarak…
Evet, zamanla konuş.
Sabahları ona selam ver.
Geceleri ondan af dile.
Çünkü zaman tanıktır.
Senin her haline şahit olan bir sırdaştır.
Ve unutma, zamanla barışan insanın yüzü değişir.
Kalbi hafifler.
Gözü parıldar.
Sesi yumuşar.
Çünkü o insan artık zamandan değil, zamansızlıktan beslenir.
O hâlde şimdi derin bir nefes al.
Ve bu anı kendine hediye et.
Geçmişten gelen bütün yükleri bırak.
Gelecekle ilgili bütün korkuları bırak.
Sadece bu anın içinde kal.
Çünkü burası senin mekânın.
Burası senin cennetindir.
Ve cennet, ancak hissedildiğinde gerçektir.
Şimdi, burada, bu an…
Her şeyin başladığı yer burası olabilir mi?
Belki de sen, ilk kez gerçekten yaşamaya buradan başlıyorsun.
Dışarıdan değil…
İçeriden.
Zamanın dışında değil…
Zamanın içinden ama ona hapsolmadan…
Çünkü artık biliyorsun.
Zaman sadece geçmiyor.
Zaman, seni şekillendiriyor.
Ama yalnızca sen onunla bilinçli bir ilişki kurarsan.
İbn Arabi der ki:
“Zaman, sadece bir perdenin adıdır.
Ama o perde kaldırıldığında,
Allah’tan başka hiçbir şey görünmez.”
Ve şimdi sen,
o perdeyi aralayanların yolundasın.
Her geçen an, bir fırsat.
Her geçen saniye, bir eşik.
Ya gafletin içine düşeceğin…
Ya da uyanışa yürüyeceğin…
Zamanın farkında olmak,
yaşadığın hayatın kutsallığını fark etmektir.
Hiçbir anın boşa geçmediğini bilmek,
her göz kırpışının içinde bir sır olduğunu sezmektir.
Ve her sır, seni kendine çağırır.
Her çağrı, Allah’ın sesidir.
Artık durmak istiyorsan,
sadece dışarıdaki hareketi değil,
içindeki karmaşayı da susturmalısın.
İlk olarak, sabahları uyanırken…
Gözlerini açmadan önce birkaç saniyelik sessizlik yaşa.
Zihnin bir şey düşünmeden önce,
Kalbin ne söylediğini dinle.
İşte orada, zamanın özüyle temas kurarsın.
Sonra yürürken…
Ayaklarının yere bastığı anı fark et.
Gölgenin nasıl değiştiğini izle.
Güneşin tenine değme süresi bile sana bir şey anlatıyor.
Zaman konuşur.
Ama kelimeyle değil.
Ritimle.
Dönüşle.
Ve tekrarla.
Bir çocuk her gün aynı kelimeyi söyleyerek büyür.
Bir yaprak her sonbaharda yeniden düşer.
Bir kalp her saniye, aynı sadakatle çarpar.
Sen de bu tekrarların ortasındasın.
Ama farkındalığın yoksa,
her şey tekdüze bir telaşa dönüşür.
Oysa idrak varsa,
aynı sabahlar bile mucize gibi gelir.
İşte zamanın sırrı burada:
Aynılıkta farklıyı görebilmek.
Tekrarın içinden hakikati çıkarabilmek.
Çünkü Allah, aynı güneşi her sabah doğurmaz.
Her doğuşta yeni bir anlam, yeni bir işaret vardır.
Ama bu ancak uyanık bir kalbin fark edeceği bir şeydir.
Ve ölüm gelmeden önce,
bu uyanıklıkla yaşamak…
İşte bu, İbn Arabi’nin öğrettiği en büyük marifettir.
Çünkü ruh, zamanı fark ettiğinde olgunlaşır.
Zamanın ötesini sezmeye başladığında,
artık dünyaya ait olmaktan çıkar.
Bu yüzden seni şimdi bir şeye davet ediyorum:
Zamanla dost ol.
Onu reddetme.
Onu yok sayma.
Ama ona teslim de olma.
Onu yönetmeye çalışma.
Sadece onunla birlikte ol.
Her anı, Allah’tan gelen bir mesaj gibi oku.
Her günü, sana yazılmış özel bir mektup gibi aç.
Ve o mektubu, sadece gözle değil; kalple, kulakla, içgörüyle oku.
Çünkü sen bu dünyaya koşmak için gelmedin.
Sen bu dünyaya hatırlamak için geldin.
Unuttuğun hakikati,
unutmuş gibi yaptığın sevgiyi,
gizlediğin özünü hatırlamak için.
Ve zaman, bu hatırlayışın kapısıdır.
Şimdi gözlerini kapat.
Ve derin bir nefes al.
Bir gün değil, bir saat değil…
Sadece bu an için yaşa.
Çünkü bu an, her şeyin başlangıcı olabilir.
Bu an, sana verilen en kıymetli şeydir.
Ve bu an, eğer fark edilirse…
Sonsuzluğu içinde barındırır.
Bir ömür boyunca,
binlerce an yaşanır.
Ama bazıları seni sonsuzlaştırır.
Bazı anlar senin ruhunu Allah’a yaklaştırır.
Sen o anları fark et.
Onları çoğalt.
Onları büyüt.
Ve zamanın içinde değil,
zamanla birlikte yaşa.
İbn Arabi’nin dediği gibi:
“Sen anı fark ettiğin anda,
Allah’ın nazarı senin üzerindedir.”
Ve bundan daha büyük bir zaman yoktur.
Dün değil…
Yarın değil…
Sadece şimdi.
Çünkü şimdi,
O’nun olduğu yerdir.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.




