İşte “Zamanın Başlangıcı ve Sonu
- Ayhan Yalçın

- 17 Haz
- 9 dakikada okunur

İşte “Zamanın Başlangıcı ve Sonu:
Bir kapının önündeyiz şimdi. Ne içeri girebildiğimiz, ne de dışarıda kalabildiğimiz bir eşik bu. Adına “başlangıç” dediğimiz ama gerçekte neye başladığımızı bilmediğimiz o gizemli an…
Ve ardından gelen “son” dediğimiz o büyük sessizlik. Gerçekten bir bitiş mi o, yoksa başka bir başlangıcın adı mı yalnızca?
Zaman, parmaklarımızdan kayan su gibi. Tutmaya çalıştıkça hızla geçen, ne geçmişte kalan ne gelecekte bekleyen; sadece şu an gibi görünen ama aslında ne olduğu tam olarak bilinemeyen bir sır.
Kimi zaman bize dar, kimi zaman geniş; bazen bir ömür gibi uzun, bazen bir bakış kadar kısa. Ama hep akışta. Hep bizden bağımsız ve bir o kadar da bize bağlı.
İnsanlık tarihi boyunca zamanın ne olduğunu anlamaya çalıştık. Onu takvimlere sığdırdık, saatlerle ölçtük. Ama hâlâ cevaplayamadığımız şu kadim soruyla baş başayız:
Zaman gerçekten başladı mı?
Yoksa sadece biz mi başlangıç sandık?
Kur’an bize “ilk yaratılış”tan söz eder. “Dönüşünüz banadır” der. Her şeyin bir ilk anı ve bir son varış noktası olduğu düşüncesiyle büyürüz. Ama İbn Arabi Hazretleri çıkar karşımıza ve der ki:
“Başlangıç yoktur; çünkü Allah’ın ilminde her şey zaten mevcuttur.”
İşte tam burada zihinlerimiz durur.
Zaman, aslında ilm-i ilahinin bir yansımasıysa, bizim kader dediğimiz şey yazılmış bir gelecek değil, hatırlanan bir hakikat olabilir mi?
Bu bölümde, zamanın ne zaman başladığını değil, neden başladığını soracağız.
Son dediğimiz şeyin gerçekten bir bitiş mi yoksa daha büyük bir varoluşa geçit mi olduğunu düşüneceğiz.
İbn Arabi’nin rehberliğinde, zamanın sadece bir dışsal akış değil, aynı zamanda içsel bir hal olduğunu keşfedeceğiz.
Ve belki de şunu fark edeceğiz:
Biz kaderi yaşamıyoruz.
Biz kaderi hatırlıyoruz.
Zamanı anlamak, yaratılışı anlamaktan geçer. Çünkü ne zamanın kendisi vardır yaratılış dışında, ne de yaratılışın kendisi zaman dışında düşünülebilir.
Kur’an’da sıkça geçen iki ayet vardır ki, bizi bu düşüncenin tam kalbine davet eder:
“İlk yaratışı başlatan O’dur. Sonra onu iade edecek olan da O’dur.”
(Rum Suresi, 27)
“O’dur sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde dilediği şekilde yaratan...”
(Zümer Suresi, 6)
Bu iki ayet arasında gizli bir çizgi vardır. Bu çizgi “başlangıç” dediğimiz noktadan geçer ama kendisi bir çizgi değil, dairedir. İbn Arabi’ye göre zaman, doğrusal bir çizgi değil, dairevî bir hakikattir.
Başlayan her şey, başladığı yere geri döner. Ama dönerken aynı kalmaz. Bu yüzden hakiki zaman, döngüsel bir hatırlayıştır.
Ona göre “Evvel” olan Allah, aynı zamanda “Âhir”dir. Başlangıç da O’dur, son da.
Bu, zamanın mutlak anlamda bizden bağımsız olduğunu göstermez; bilakis zamanın içinde yürüyen her varlık, aslında Allah’ın bir tecellisinin içinde yürümektedir.
İbn Arabi, “Fütûhât-ı Mekkiyye” adlı eserinde şöyle der:
“Zaman, Allah’ın yarattığı ilk perdedir. Her şey o perdeye bakarak görünür. O perde kalkarsa, ne geçmiş kalır, ne gelecek.”
Burada zamanın kendisinin de bir mahluk olduğunu öğreniyoruz. Zaman yaratılmıştır. Ve yaratılmış olan her şey gibi onun da bir hakikati, bir kabuğu ve bir ruhu vardır.
Bu bakış açısıyla ilk yaratılış, sadece fiziksel evrenin başlangıcı değil, aynı zamanda zamanın da doğumudur. Yani zamanın başlaması, yaratılışın başlamasıyla eşzamanlıdır.
Ama asıl sır şu cümlede gizlidir:
“İlk yaratılış” Allah’ın ilminde zaten vardı.
Biz onu sadece perde arkasından izliyoruz. Olan biten hiçbir şey ilk kez olmuyor.
Bu nedenle İbn Arabi der ki:
“Varlık, hayalden ibarettir. Hakikat ise O’nun ilminde hep sabittir.”
Ve böylece zaman, bir film perdesi gibi gözümüzün önünden akar.
Ama o film zaten çekilmişti.
Biz sadece seyredeniz.
Kader…
Ne zaman konuşsak, içimizde hem bir teslimiyet hem de bir isyan belirir.
Bir yanda “Her şey yazılmıştır” diyen huzurlu bir tevekkül,
öbür yanda “Peki o zaman ben niye çabalıyorum?” diyen yorgun bir soru.
İşte bu çelişki, zaman ile kader arasındaki bağın tam da karanlık noktasındadır.
Ve İbn Arabi bu karanlığa bir kandil yakar:
“Kader, olmuş olanın değil, olmuşluğu bilinenin ilmidir.”
Bu ne demektir?
Yani kader yazıldıysa, biz onun içindeyiz diye değil…
Allah onu bildiği için yazılmıştır.
Zaman bizim için akar; geçmiş, şimdi ve gelecek diye ayrılır. Ama Allah için zaman yoktur.
O, zamanın içinden değil; zamanın üstünden bakar.
Onun ilminde her şey birdir.
Olmuş, olacak, olmakta olan… hepsi aynı anda, aynı mekânda, aynı hakikattedir.
Bunu anlamaya çalışmak, sınırlı aklımız için zordur.
Çünkü biz zamana doğduk.
Ve her şeyi onun içinde anlamaya şartlandık.
Ama ya kader dediğimiz şey, aslında zaman dışı bir hakikatin bizim dünyamızdaki izdüşümüyse?
İbn Arabi’nin metafizik evreninde kader, bir “yazgı” değil, bir “bilgi”dir.
Bu bilgi, Allah’ın “İlm-i Muhit” (her şeyi kuşatan ilmi) içinde sabittir.
Yani bizim gelecekte yaşayacağımız bir olay, O’nun ilminde ezelden beri mevcuttur.
Biz onu yaşadığımızda “yazılmıştı” deriz.
Ama gerçekte, biz onu yaşadığımız için değil,
Allah onu bildiği için “yazılmış” görünür.
Burada büyük bir sır gizlidir:
Kader, yaşanmış olanın değil, bilinenin suretidir.
Ve biz, kaderi yaşarken değil, kaderi hatırlarken buluruz kendimizi.
O hâlde şu soru belirir zihinde:
“Benim iradem nerede kaldı? Seçimlerim sahte mi?”
İşte bu noktada İbn Arabi, özgürlük ve yazgı arasında bir yol açar:
“Senin seçimlerin kaderin bir parçasıdır. Ama seçimlerini yapan da sensin. Allah sana kaderini senin suretinde gösterir.”
Bu cümle, bizim anladığımız kader kavramını kökten sarsar.
Çünkü kader artık dışsal bir yazgı değil, içsel bir ayna olur.
Her adımda kendimizi seyrederek yürüdüğümüz bir yol.
Ve bu yol, zamanın çizgisi değil…
İlahi ilmin gölgesidir.

Bazı sorular vardır ki, onları sormak bile bir ibadettir.
Ve işte bu soru da öyledir:
“Zaman mı bilgiyi taşır, yoksa bilgi mi zamanı doğurur?”
İlk bakışta zaman, içinde her şeyin aktığı bir nehir gibidir.
Bilgi de bu nehrin kenarındaki bir gözlemci gibi görünür.
Ama İbn Arabi bu sahneyi tersine çevirir.
Der ki:
“Bilgi, zamanın değil; zaman, bilginin eseridir.”
Bu, insan idrakini zorlayan ama kalbi açan bir cümledir.
Çünkü biz her şeyi bir süreç içinde öğrenmeye alışmışızdır.
Ama Allah için bilgi bir süreç değil, bir hazır oluş hâlidir.
O’nun ilminde geçmiş yoktur, gelecek yoktur;
çünkü O, **‘Her şeyin hakikatini bir anda bilen’**dir.
İlahi ilim, zamanın önünde değildir sadece…
Zamanı yaratan şeyin ta kendisidir.
İbn Arabi, “el-Fütûhât”ta bu meseleyi şöyle açıklar:
“İlahi ilim, zamanı yaratmadan önce mevcuttu.
Çünkü zaman, varlıkların ardışıklığıdır.
Allah’ın ilminde ise ardışıklık yoktur;
her şey bir bakışta görülür, bir kelâmda işitilir, bir tecellide tamamlanır.”
Bu yaklaşım, kaderi, zamanı ve yaratılışı bambaşka bir yere koyar.
O hâlde, zaman bize göre işler;
ama Allah’a göre, zaman da zamanın kendisi de anlamını ilahi ilimde bulur.
Kur’an’da geçen şu ayet buna işaret eder:
“O’nun katında bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir.”
(Hac Suresi, 47)
Bu ayetteki zaman kıyası sadece fiziksel farkı değil, algısal farkı da gösterir.
Zira O’nun ilminde bin yıllık bir zaman, tek bir kelime gibidir.
Tek bir nefes.
Tek bir “ol” emri.
İbn Arabi’ye göre işte bu yüzden zaman bir yanılsamadır, çünkü biz onu ardışık sanırız.
Oysa ilahi hakikatte ardışıklık yoktur.
Her şey aynı “ilim”de, aynı “bakış”ta, aynı “an”da mevcuttur.
Bu nedenle, Allah için zaman ne ilerler, ne geçer, ne de durur.
Sadece olur.
Ve olan her şey, bilinen bir şeydir.
İşte bu yüzden O’na göre “olacak” olan da olmuş gibidir.
Ve biz, o olmuş olanı yaşarken…
ilahi ilmin sayfalarında bir nokta gibi geçeriz.
Bir gün her şey sona erecek…
Güneş kararacak, yıldızlar dökülecek, dağlar yürütülecek.
Zaman durmuş gibi olacak.
İşte o an, insanlar “zaman bitti” diyecek.
Ama acaba gerçekten zaman bitecek mi?
Yoksa bu yalnızca bizim için mi bir son olacak?
Kur’an, kıyameti “sarsıntı” olarak tasvir eder.
Ama bu sarsıntı sadece fiziksel değildir.
Zihinsel, varoluşsal, hatta zamansal bir sarsıntıdır.
Çünkü orada zamanla birlikte, zamanın içindeki her anlam da çöker.
İbn Arabi bu konuda yine sır kapılarını aralar.
Der ki:
“Kıyamet, zannın sonudur. Hakikatin görünmeye başlamasıdır.”
Yani zaman sona erdiğinde, gerçekte yalan sona erer.
İzafî olan, geçici olan, sanılan, beklenen, umut edilen… hepsi söner.
Ve sadece hakikat kalır.
Bu yüzden ona göre zamanın sonu, aslında zamanın kendinden arındığı andır.
Bir “bitme” değil, bir “geçiştir”.
Zira son, ancak sınırlı olan için mümkündür.
Sonsuz olan için ise son, sadece bir perdedir.
İbn Arabi’ye göre bu perdeden sonra açılan şey, “ezelî hakikatin çıplaklığıdır.”
Zaman, hakikati örterdi.
Artık örtecek perde kalmaz.
O hâlde zamanın sonu, zamanın dışına çıkmak demektir.
Bu, bir tür uyanıştır.
Rüyada zaman nasıl gerçek görünüyorsa, ölüm anı da uyanışa benzer.
İşte kıyamet dediğimiz şey, toplu bir uyanıştır.
Ve zaman, ancak uyuyan için vardır.
Bu yüzden denmiştir:
“İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar.”
(Hadis-i Şerif)
Zaman, bir öğretmendir.
Ama hakikati öğretmez, hakikate hazırlar.
Bizi bekletir, sabretmeyi öğretir, zannettirir, alıştırır…
Sonra bir gün, ansızın ellerimizi boş bırakır.
Ve biz nihayet şunu fark ederiz:
Zaman, hakikatin ön odasıydı.
Son dediğimiz şey ise, o evin içine ilk adım.
O an anlarsın ki:
Sen aslında hep dışardaydın.
Ve şimdi içeri giriyorsun.
Zaman dışımızda akıyor gibi görünse de, asıl derinliği içimizde yaşanır.
Dışarıda saatler, takvimler, mevsimler vardır.
Ama içeride, kalbimizde, ruhumuzda…
Bir başka saat işler:
İnsanın kendi iç zamanı.
İşte bu yüzden bazı anlar bir ömür kadar uzun sürer.
Ve bazı anlar göz açıp kapayıncaya kadar geçer.
Çünkü zamanı ölçen şey aslında kronolojik akış değil, şuurun genişliğidir.
İbn Arabi bu hakikati şöyle anlatır:
“Kalp, zamanın aynasıdır. Orada genişleyen zaman, daralır; daralan zaman, sonsuzluğa açılır.”
Bu ne demektir?
Kalp bir mekân değildir, bir derinliktir.
Zaman ise o derinliğe doğar.
Bir âşık, sevdiğini bir saat görse, bu saat ona bin yıl gibi gelir.
Ama aynı âşık, bir ayrılık mektubu aldığında, zaman donakalır.
Dakikalar geçmez olur.
İşte bu, zamanın insanın ruhuna göre akmasının en saf örneğidir.
Modern psikoloji buna “zaman algısı” dese de, İbn Arabi’nin dili daha derindir:
“İnsan, zamanı kalbiyle ölçer. Kalp neye dönerse, zaman oraya akar.”
Yani sen zamanın dışındaki bir şeyi kalbinde büyütürsen —bir korkuyu, bir ümidi, bir sevgiyi—
zaman ona göre şekil alır.
Ve bu da kaderin en gizli aynalarından biridir.
Çünkü senin iç zamanın, Allah’ın senin için ayırdığı imtihan çizgisidir.
Bir başkası için kolay olan bir dönem, sana zorlukla doludur.
Senin on dakikada aşabildiğin bir mesele, bir başkası için ömür boyu sürebilir.
Bu fark, ilahi bilginin her ruha ayrı bir zaman takdir etmesinden gelir.
İbn Arabi şöyle der:
“Her ruhun bir saati vardır. O saat, Allah’ın ilmindeki sırrı taşır.
Kimi saatte uyanır, kimi saatte yanar, kimi saatte yok olur.”
Yani senin iç saatinin çalacağı bir an vardır.
Bir uyanış, bir kırılma, bir dönüş anı.
İşte o an geldiğinde sen, zamanın dışına çıkar, kendi kaderine şahit olursun.
Bunu tasavvuf ehli “vukuf-u kalbî” olarak adlandırır.
Kalbin durduğu, zamanın durduğu, her şeyin bir an için sustuğu o içsel eşik…
İşte bu yüzden bazı insanlar geçmişte kalır.
Çünkü iç saatleri ilerlemez.
Bazılarıysa geleceğe hapsolur.
Çünkü şimdiyi terk etmişlerdir.
Ama hakikat ehli bilir ki:
Zaman sadece dışarda değil, içeride de yazılır.
Ve Allah’ın kader defterinde dış zaman kadar, iç zaman da kayıtlıdır.
Bu yüzden bir insan ne kadar yaşadığıyla değil,
ne kadar zamanda uyandığıyla anılır.

Sonsuzluk…
Ne zaman bu kelimeyi duysak, gözümüz bir boşluğa bakar.
Bir çizginin sonunun olmaması gibi,
bir gökyüzünün ucunun bulunamaması gibi…
Sonsuzluk, zihnimizin değil, kalbimizin anlamaya çalıştığı bir hakikattir.
Ama gerçekten nedir sonsuzluk?
Zamanın hiç başlamamış olması mı?
Yoksa hiç bitmeyecek olması mı?
İbn Arabi, bu soruya öyle bir cevap verir ki, yalnızca aklı değil, varlığın ta kendisini sarsar:
“Sonsuzluk, Allah’ın zatıdır. Zaman O’nun suretinde görünür.
Başlangıç da yoktur, son da; çünkü O’nun ilminde her şey birdir.”
Bu cümleyle birlikte, zamanın bir sınırının olmadığını değil;
sınırlı olanın biz olduğumuzu anlamaya başlarız.
Çünkü sonsuzluk dediğimiz şey, aslında bizim sınırlılığımızın ifadesidir.
Bir yere kadar görebildiğimiz için, oradan ötesine “sonsuz” deriz.
Oysa belki de o, sadece başka bir başlangıçtır.
Tıpkı bir dairenin görünürde bir ucu olmaması gibi.
Ama biliriz ki her dairenin bir merkezi vardır.
İşte o merkez, İbn Arabi’ye göre “La mekân”dır, zaman dışı bir varlık noktasıdır.
Orası öyle bir yerdir ki, her şey orada başlar ve orada biter.
Ama başlangıç da değildir, bitiş de…
Sadece "ol"muşluk" hâlidir.
Kur’an’da geçen bir ayette Allah şöyle buyurur:
“O’nun işinden her gün bir şe’n (yaratış) üzeredir.”
(Rahman, 29)
Bu ayet, zamanın durmadığını değil,
Allah’ın her an bir tecelli hâlinde olduğunu anlatır.
Yani “sonsuzluk” bir durgunluk değil, sürekli yenilenme hâlidir.
İbn Arabi bunu şöyle yorumlar:
“Her an bir başlangıçtır.
Her ‘şimdi’, evveldir.
Her ‘bitiş’, âhirdir.”
Yani sonsuzluk, bizim zannettiğimiz gibi uzak bir yer değil,
şimdi’nin kendisidir.
Sen her “şimdi”de yeni bir yaratılış içindesin.
Ve bu yaratılışın sınırı yok.
Bu yüzden kıyamet bile sonsuzluğun sonu değildir.
Bilakis sonsuzluğun kapılarından biridir.
İnsanoğlunun zamanı anlamaya çalışması,
sonsuzluğu kavrama çabasıdır.
Ama gerçek şu ki:
Sonsuzluğu anlayamayız.
Ancak ona şahit olabiliriz.
Çünkü sonsuzluk bir bilgi değil,
bir şehadettir.
Hayal et…
Ne gün var, ne gece.
Ne takvim, ne saat.
Ne dün hatırlanıyor, ne de yarın bekleniyor.
Sadece şimdi değil;
şimdi bile yok.
Sükûnetin dahi ötesinde bir hâl…
Zamanın olmadığı bir zaman.
İbn Arabi, bu hâli “la zamanî varlık” olarak adlandırır.
Yani zamanın da dâhil olduğu bir zamansızlık.
Bu, aklın değil, ruhun anlayabileceği bir düzlemdir.
Çünkü akıl sıralı düşünür.
Ama ruh…
Ruh, bir an’da bütünlüğü kavrar.
İşte bu yüzden İbn Arabi der ki:
“Zaman, yaratılmışlara mahsustur.
Ama Allah, zamanın dışında değil;
zaman, O’nun içindedir.”
Bu cümleyle birlikte tüm algılarımız tersine döner.
Biz hep zamanın içindeyiz sanırız.
Ama aslında zaman, bizim içimizde akmaz.
Biz, zamanın içinde değiliz.
Zaman, bizim içimizden geçer.
İbn Arabi’ye göre hakikatin asıl yüzü,
ne geçmişte, ne gelecekte, ne de şu andadır.
Hakikatin yüzü, zamanın çözüldüğü yerdedir.
O yerin adı bazen “cem”, bazen “ahadiyet”, bazen sadece “huzur” olarak geçer.
Bu hâl, ruhun dünyaya ve dünyaya ait zamana bağlanmadan yaşayabildiği tek hâlidir.
Tasavvufta buna “fenâ” denir.
Yani kendinden geçmek…
Zamandan çıkmak…
Zamanlı olanı unutup, zamanı yaratanın içinde erimek…
İbn Arabi şöyle der:
“Zaman, Allah’ın gölgesidir. Gölgeye tutunan, aslına ulaşamaz.”
“Ama gölgeyi fark eden, ışığın nereden geldiğini bilir.”
Zaman bizim için bir işarettir.
Ama o işareti kutsarsak, aslı unuturuz.
Zaman bize verilmiş bir nimettir,
ama hakikate açılan bir penceredir.
Ve bu pencereyi sadece sessizlikle, durarak,
zamandan çekilerek aralayabiliriz.
İşte o hâlde…
Zaman artık yük değildir.
Çünkü onun içinden geçilmiş,
ve onun ötesine varılmıştır.
Orada korku yoktur.
Çünkü geçmiş hatırlanmaz.
Ümit de yoktur.
Çünkü gelecek beklenmez.
Sadece teslimiyet vardır.
Sadece olmak.
Ve o hâl, en büyük huzur hâlidir.
Çünkü o hâl, zamanın olmadığı zamandır.
Her şey bir soruyla başladı:
Zaman ne zaman başladı?
Ve şimdi, bambaşka bir yerdeyiz.
Sadece bir bilgi değil bu yolculuk…
Bir hatırlayış.
Hatırladık ki;
Zaman dediğimiz şey, sadece akmakla kalmaz…
Bizimle birlikte şekillenir.
Kalbimizin ritmine göre hızlanır,
ruhumuza göre durur,
ilahi bilgiye göre yazılır.
İbn Arabi bize öğretti ki:
Başlangıç bir andır. Ama o an, çoktan yaşanmıştır.
Son dediğimiz şey ise, bir bitiş değil…
Bir eşiktir.
Zamanın kapanıp, hakikatin aralandığı bir eşik.
Zamanı anlamak, kaderi çözmektir.
Kaderi çözmekse, Allah’ın ilminde sabit olanı
gözümüzle değil, kalbimizle görebilmek demektir.
Biz bu âleme gelmeden önce,
zaman zaten vardı.
Ama o zaman, Allah’ın ilmindeki zamandı.
İşte biz, o ilimden bir nefes alıp
zamanın içine bırakıldık.
Ve şimdi…
Zamanın kıyısında duruyoruz.
Ne geçmişe bağlıyız,
ne geleceğe mecburuz.
Sadece olmak için buradayız.
Ve bu, en büyük hakikattir.

Zamanın Sırrına Uyanış İçin
Ya Rabbi…
Zamanı bize unutturma.
Ama zamanı da ilahlaştırmamıza izin verme.
Bizi, senin ezelî ilminde yazılmış olanla buluştur.
Her ânımızı, senin rızana doğru genişlet.
Zihnimizi geçmişin gölgelerinden,
kalbimizi geleceğin vehimlerinden arındır.
Bize kendi iç saatimizi göster.
O saat çaldığında, uyanmamızı nasip et.
Bizi ne zamana mahkûm et,
ne de zamandan kaçır.
Sadece senin “an”ında yaşat bizi…
Senin rahmet vaktinde.
Ve son demeyelim Ya Rab…
Çünkü senin ilminde her son, yeni bir başlangıçtır.
O başlangıçta, bizi senin huzuruna erdir.
Âmin.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.




