top of page

Her Şey Yaşandı ve Bitti mi?

ree

Her Şey Yaşandı ve Bitti mi?

Bir an olur…

Kalp durur gibi hisseder.

Sanki her şey çoktan olmuş, yaşanmış,

ve biz sadece bir gölge gibi olan biteni izliyoruzdur.

Bir seçim yaparsın,

ama içten içe bilirsin:

Bu sanki zaten böyle olacaktı.

İşte o an, içinden bir soru yükselir:

“Her şey ezelde yazıldı mı?

Ve biz sadece yazılanı mı yaşıyoruz?”

Bu soru, sadece bir merak değil…

İnsanın en derin varlık sorgusudur.

Kader nedir?

Benim seçimimle yazı arasında nasıl bir bağ var?

Ve zaman dediğimiz şey...

gerçek mi, yoksa sadece bir algı mı?

İbn Arabi’nin derin metafizik bakışı burada başlar.

Ona göre “zaman”, bizim için var olan bir perdedir.

Ama Allah için zaman yoktur.

Çünkü Allah, ezelîdir;

ve ezelî olan, zamanın dışındadır.

Yani bizim “oluyor” dediğimiz şey,

O’nun ilminde çoktan olmuştur.

Ama bu “olmuşluk”,

bizim anlayacağımız şekilde bir determinist yazgı değil,

kuşatıcı bir bilginin sükûnetidir.

İbn Arabi der ki:

“Zaman yoktur. Zamanın hakikati, insanın şuurudur.

Allah’ın ilminde, her şey bir anda mevcuttur.”

O hâlde soralım:

Eğer Allah olmuş olanı zaten biliyorsa,

bizim seçimlerimiz ne işe yarar?

Yoksa biz,

sadece yazılmış olan bir senaryoyu mu yürütüyoruz?

İşte bu ikilemde,

kader ve irade arasında bir sır saklıdır.

Ve bu sır,

ne tam teslimiyetle çözülür,

ne de kuru akılla anlaşılır.

Bu sır,

ancak idrak ve teslim arasında bir derinlikte sezinlenir.

İbn Arabi’nin “ilm-i ilahi” anlayışı,

Allah’ın bilgisinin bizim zamanımıza değil,

zatına uygun bir zaman dışılığına sahip olduğunu söyler.

Yani O, bizimle birlikte “şimdi”yi yaşamaz.

O, her “şimdi”yi ezelde kuşatmıştır.

Ve biz,

bir aynadan yansımış ışık gibi,

O’nun ilmindeki halleri

tek tek perde perde yaşıyoruzdur.

Ama bu yaşantı,

asla boşuna değildir.

Çünkü her “yaşanmış” olan,

seninle yazılan bir şehâdettir.

Bu bölümde işte bu sırra dokunacağız.

Kader nedir?

Takdir nedir?

İrade nerededir?

Ve “her şey bitti mi” dediğimizde,

aslında hangi zamanın içinde konuşuyoruz?


İnsan kaderi konuştuğunda,

içten içe şu soruya varır:

“Madem Allah her şeyi biliyor,

benim seçtiğim şey zaten seçilmiş değil mi?”

İşte burada kaderin sırrı ile

Allah’ın ilminin sonsuzluğu arasındaki o ince çizgi belirir.

Ve bu çizgi,

ne geleceği gören bir kehanet,

ne de özgür iradeyi yok sayan bir yazgıdır.

Bu çizgi,

ezelî ilmin kudretle yoğrulmuş dengesidir.

İbn Arabi der ki:

“Allah bilir. Ama bu bilme, senin fiilini zorlayan bir şey değildir.

O, senin ‘seçeceğini’ bilir. Ama senin yerine seçmez.”

Bu cümle, kaderin hakikatini kavramanın anahtarıdır.

Çünkü Allah, zamanla kayıtlı değildir.

O’nun ilmi, bizim henüz adım atmadığımız yolları

çoktan kuşatmıştır.

Ama bu bilgi,

etken değil; aşkındır.

Tıpkı bir yazarın sonunu bildiği bir roman gibi…

Karakterler kendi hikâyelerini yaşarken

yazar onları “zorlamaz”;

sadece bilir.

Allah’ın “bilmesi”,

bizim “yaşama” hürriyetimizi kaldırmaz.

Çünkü O, her şeyin iç yüzünü bilir;

ama kulun seçimini de kendi hür iradesiyle yapmasını murad eder.

Ve bu yüzden de

sorumluluk doğar.

İbn Arabi bu dengeyi “ilm-i ilahi” ile “fiilî kesb” arasına yerleştirir.

Allah bütün ihtimalleri bilir;

ama kulun hangi ihtimali seçeceği,

kendi kalbiyle bağlantılıdır.

Çünkü kalp,

irade alanının aynasıdır.

O hâlde bu şu anlama gelir:

Senin başına gelen şey,

Allah’ın bilgisindeydi.

Ama bu bilgi,

seni zorlayarak değil,

senin hakikatinle örtüşerek ortaya çıktı.

İbn Arabi şöyle der:

“Senin kaderin, seninle yazılmıştır.

Sana rağmen değil, senin hakikatinle birlikte.”

Yani kader dıştan gelen bir metin değil,

içeriden doğan bir zuhurdur.

Senin bakışların, niyetlerin,

korkuların ve duaların…

hepsi bu senaryonun içinde yazılmıştır.

Ama bu yazım,

zorla değil,

hakikatle uyumlu bir doğuşla olmuştur.

İşte bu yüzden

kadere teslim olmak,

teslimiyetle özdeşleşmek demektir.

Zorla boyun eğmek değil…

Bilakis

kendi hakikatinle barışmak.

Ezelde yazılmış olan

sadece başına gelecekler değil;

onlara vereceğin cevaplardır da.

Sen ağlayacaksın belki,

ama o gözyaşının

seni hangi duaya götüreceğini de

Rahman zaten bilmektedir.

Ama senin için o yaşanmışlık

bir seçimdir.

Ve her seçim,

seni yeni bir kapıya götürür.

Her kapı,

sana yazılmış olanı açar.

Ama o kapıyı açma kararın

yine sana aittir.

Bu yüzden kaderle kehanet arasındaki fark şudur:

Kehanet, belirlenmişliği sabitler;

kader, yönü seninle şekillenen bir akıştır.

Allah, her şeyi bilir.

Ama seninle yazılmış bir akışta bilir.

Seni bilerek yaratır,

ama seni seçiminle tamamlar.

Ve işte bu yüzden

her şey yaşandı ve bitti mi?

Evet, Allah katında her şey olmuş olabilir.

Ama senin için hâlâ oluyor.

Çünkü sen o yazgının

yaşayan tanığısın.

ree

Zaman…

Doğar, büyür, geçer, biter.

Biz insanlar için böyledir.

Ama Allah için zaman ne anlama gelir?

O, bizim gibi dün ve yarına mı bakar?

Şimdi’ye mi mahkûmdur?

İbn Arabi’ye göre hayır.

Allah için zaman yoktur.

Çünkü zaman, mahlûktur.

Yani yaratılmıştır.

Ve yaratılmış olan bir şey,

yaratıcıyı kapsayamaz.

Bu yüzden Allah,

zamanın akışına bakmaz.

O, her şeyi bir anda bilir.

Bir an değil;

Zamanın olmayan bir zamanı içinde…

İbn Arabi, buna “el-enü’z-zamânîyy” değil,

“el-enü’l-hakîkî” der:

Yani gerçek an.

Şimdiki an bile değil.

Zaman dışı,

değişmeyen,

ebedî olan bir an.

Bu “an”,

başlangıcı olmayan ve sonu olmayan bir varlık hâlidir.

Ve bu hâlde,

olmuş olan, olacak olan ve olan şeyler,

aynı hakikatin farklı vechesidir.

Sen dün bir söz söyledin.

Bugün başka bir karar aldın.

Yarın bir acı yaşayacaksın.

Senin için bunlar ayrı ayrı zamanlar.

Ama Allah için,

bunların hepsi bir tek ilim alanında birleşmiştir.

Çünkü O’nun katında,

her şey olmuş gibidir.

İbn Arabi der ki:

“Allah’ın ilminde gelecek yoktur.

Her şey hâlidir.

Ve her hâl, Zât’ın huzurundadır.”

Bu ne demektir?

Allah bizim gibi “olacak mı?” diye beklemez.

O zaten olmuşluğu bilir.

Ama bu bilgi,

iradeyi yok eden bir bilgi değildir.

Bilakis,

varlığı tamamlayan bir bilgidir.

Tıpkı güneşin ışığını bilmesi gibi…

Güneş, ışığın çıkacağını bilir.

Ama ışık, yine de çıkar.

Işığın çıkması için,

bir emir vardır,

ama bu emir,

zaten güneşin hakikatindendir.

Allah da senin hakikatini bilir.

Ama bu bilgi,

seni zorlayan değil,

seni kuşatan bir bilgidir.

Çünkü O’nun ilminde,

her şey yerli yerindedir.

Bu “zamanın olmayan zamanı” içinde,

senin geçmişin de geleceğin de

bir aynada toplanmıştır.

Ve sen,

her an bu aynadan bir parçayı yaşıyorsun.

İşte bu yüzden bazı anlar sana tanıdık gelir.

Sanki daha önce olmuş gibidir.

Deja vu gibi…

Veya rüyada görmüş gibi.

Çünkü senin ruhun,

bu ilahi aynaya temas etmiş olabilir.

Ruh, zamanın dışından geldiği için

bazı gerçekleri “önceden” değil,

eş-zamanlı olarak hisseder.

Çünkü onun kayıtlı olduğu yer

bizim saatlerimizle çalışmaz.

Onun saati,

kalbin idrakiyle atar.

İbn Arabi bunu

“zamanı olmayan zamanın içinde seyretmek” olarak tanımlar.

Yani her şey olurken,

senin bunu “olurken” yaşaman,

aslında bir zaman değil,

bir farkındalık sıçramasıdır.

Bu yüzden bazı insanlar,

başına gelen bir şeyi yıllar önce sezmiş gibi olur.

Bir dua eder,

ve o duanın yankısını çok sonra değil,

ezelden beri duyuyormuş gibi hisseder.

Çünkü o an,

zamanın dışındaki bir anla kesişmiştir.

Bu da bize şunu söyler:

Allah için zaman yoksa,

bizim “geçmiş” dediğimiz şey de,

“gelecek” dediğimiz şey de,

O’nun katında hâlâ varlıkta olabilir.

Ve bu da kaderi anlama biçimimizi değiştirir:

Çünkü kader sadece “olacak olan” değil,

aynı zamanda olmuş olanın da devam eden hâlidir.

Sen bir şeyi geçmişte yaşadın sanırsın.

Ama Allah’ın ilminde o hâl hâlâ sürüyordur.

Ve belki de hâlâ senin hakkında hüküm oluşturuyordur.

O hâlde sor:

Sen hangi zamanı yaşıyorsun?

Takvimde yazan zamanı mı,

yoksa kalbinde duran hâli mi?

Çünkü gerçek zaman,

ilahi fark ediş anıdır.

Ve o an yaşanıyorsa,

her şey olmuş olabilir.

Ama senin için hâlâ oluyor demektir.


İnsan bir yolda yürür.

Bir karar verir.

Bir hayat kurar.

Sonra dönüp bakar ve şöyle der:

“Zaten böyle olacaktı…”

Bu söz, bazen bir teselli…

Bazen bir tevekkül…

Ama bazen de bir sorgudur:

Ben seçmediysem, kim seçti?

İşte bu noktada üç ilahi çizgi belirir:

Kader, Takdir ve İrade.

Üçü de aynı gökten gelir,

ama biriyle yaşarız,

biriyle şekilleniriz,

biriyle hesaba çekiliriz.

İbn Arabi’ye göre bu üç kavram

birbirine zıt değil,

birbirini tamamlayan halkalardır.


🌀 KADER:

Ezelde yazılmış olan ilahi bilgidir.

Allah’ın ilminde, olmuş ve olacak her şey

zaten mevcuttur.

Ama bu mevcutluk,

zorlayıcı bir yazgı değil,

bilgiye ait bir kudrettir.

Yani Allah bilir,

çünkü Zâtı gereği bilir.

Ve bu bilme,

olacak olanın varlığını boşa çıkarmaz.

Senin ne yapacağını bilir.

Ama senin yerine yapmaz.


🌿 TAKDİR:

Kaderin senin hayatına dokunduğu andır.

Yani Allah’ın ezelî bilgisinden

senin şahsî varlığına inen yazı.

Ama bu yazı,

senin varlığınla birlikte şekillenir.

Senin mizacın,

niyetin,

duan,

gayretin…

hepsi bu yazıya dâhildir.

Takdir;

hem Allah’ın seçimi,

hem senin yönelişindir.

Ve bu yüzden senin sınavındır.


🔥 İRADE:

İnsana verilen en büyük sır.

Senin seçme kabiliyetin.

Allah her şeyi bilir ama

iradeyi insana verir.

İbn Arabi der ki:

“Kulun iradesi, kaderin aynasında tecelli eder.

İrade olmasa, sınav olmaz.

Sınav olmasa, kul da olmaz.”

Senin niyetin,

duan,

eylemin…

hepsi yazılmış olanın içine dokunur.

Belki senin için yazılmış olan zorluk vardı,

ama sen sabrettin

ve o yazı rahmete dönüştü.

Çünkü Allah,

hem yazandır

hem sildirendir.

Kur’an der ki:

“Allah dilediğini siler, dilediğini sabit kılar.” (Ra’d, 39)

Yani kader dediğin şey,

sabit değil;

rahmetle oynanabilir bir yazıdır.

O hâlde ne olur?

Sen yürürsün.

Ama attığın her adım

sadece seni bir sona götürmez,

aynı zamanda senin kim olduğunu açığa çıkarır.

Çünkü irade,

kim olduğunu görünür kılan bir aynadır.

Ve o aynada

ne görüyorsan,

onu sen yaptın.

İbn Arabi der ki:

“Kader, senin iç hakikatinin dışa yansımasıdır.

Sen kendine neysen,

kaderin de sana odur.”

Bu cümle,

hem özgürlük verir,

hem sorumluluk yükler.

Çünkü sen seçiyorsun.

Ama seçtikçe,

kendine yazılmış olanla buluşuyorsun.

Senin her niyetin,

bir ilahi senaryo ile buluşma anıdır.

Ve her fiilin,

karşılık görecek bir kapıya doğru yönelir.

ree

O hâlde sor:

Sen iradeni nasıl kullanıyorsun?

Teslimiyetle mi?

İsyanla mı?

Kendi kaderine kızarak mı?

Yoksa onu okuyarak mı?

Çünkü her kulun kaderi

bir metin gibidir.

Ama o metnin anlamı,

onunla kurduğun bağda gizlidir.

Ve o bağ,

seni kurtarabilir.

Seni dönüştürebilir.

Seni kemale ulaştırabilir.

İbn Arabi’ye göre

asıl kader,

senin Allah’a nasıl baktığındır.

O’na rıza ile bakarsan,

kaderin rahmet olur.

Şikâyetle bakarsan,

kaderin ağırlık olur.

Ama asla boşa yazılmış olmaz.


İlahi Adaletin Görünmediği Yerdeki Sır: Acı, Savaş ve Refah Arasında Kader

Bazen bu soruyu susturamayız:

Bir yanda ölüm var, bir yanda kahkaha.

Bir coğrafyada çocuklar açlıktan ölürken,

diğerinde çocuklar çikolata seçiyor.

Bir yanda kadınlar çocuklarının cesedini elleriyle taşıyor,

diğer yanda başka bir kadın oğlunun sünnet töreniyle meşgul.

Bu nasıl bir kader?

Bu nasıl bir adalet?

Ve sonra sanki yüreğimizden kopan bir feryat yükselir:

“Allah neden bazılarını acıyla sınarken, diğerlerine refah veriyor?

Oradaki çocuk ne yaptı?”

Bu soru, sadece bir vicdan isyanı değildir.

Bu soru, ilahi hikmetin görünmediği noktada oluşan metafizik bir yaradır.

Ama İbn Arabi’nin kapısından girersen,

bu yaranın üstüne gelen cevap bir susuş değil;

bir sırra çağrıdır.

İbn Arabi’ye göre,

her ruh bu âleme bir İlahi İsim’le gönderilir.

Ve bu isim, onun kaderini değil,

kaderde yaşayacağı tecelli alanını belirler.

Biri er-Rahmân’dır;

şefkatle büyür.

Diğeri el-Kahhâr’dır;

çalkantılarla terbiye olur.

Biri El-Vedûd isminin gölgesinde bir anneye gelir,

diğeri El-Muntakim isminin celaliyle sarsılan bir toplumda doğar.

Senin için “haksızlık” gibi görünen şey,

belki o ruhun en derin kemâl yolculuğudur.

Savaşta ölen bir çocuk…

Bizim için ölümdür.

Ama Allah katında,

belki de o çocuğun ruhuna verilmiş

bir ilahi şehadet hediyesidir.

İbn Arabi der ki:

“Zulmün göründüğü yerde, bazen rahmet tecelli eder.

Çünkü Allah’ın rahmeti,

gözyaşlarının aktığı yerlere daha yakındır.”

Bu yüzden sorunun cevabı dışarıdan verilemez.

Çünkü sen ruhun neyle sözleştiğini bilmiyorsun.


Öte yandan “Batı”da doğmuş biri,

rahatlık içinde yaşarken gerçekten korunuyor mu?

Bu da bir yanılsamadır.

Zira tasavvufta “nimet”,

her zaman rahmet değildir.

Ve “musibet”,

her zaman azap değildir.

Belki o refah içinde yaşayan,

içten içe ilahi aşkı hiç tatmadan ömrünü tüketecektir.

Belki o savaşta büyüyen çocuk,

ilk kelimesiyle Allah’a seslenecektir.

Mevlânâ der ki:

“Sana acı gibi gelen şey,

belki senin için en hayırlı olandır.”


Her ruh bir yazgıya doğmaz;

bir sırrın açığa çıkması için var edilir.

Ve sen, onun sırrını bilmeden hüküm veremezsin.

Bir çocuk, savaşta ölü doğar.

Ama belki o ruh,

senin hayatını değiştirecek bir hakikatin kilidini açmıştır.

Bir kadın, kaybıyla Allah’a döner.

Diğeri bollukla Rabbini unutur.

Sen hangisinin kazandığını bilemezsin.


İbn Arabi’nin en çarpıcı cümlesidir bu:

“Adalet, dıştan bakıldığında görünmeyebilir.

Ama Allah hiçbir kulunu gelişinin hikmetinden mahrum bırakmaz.”

Ve son söz:

İlahi yazgı eşitlik değil, hikmettir.

Çünkü Allah kulunu kendine en yakın olacak hâl ile yazar.

Kimi kahrıyla yükselir,

kimi lütfuyla kaybolur.

Ve sen sadece bir şeye emin olabilirsin:

Gözyaşıyla yazılan hiçbir şey,

rahmetten düşmez.


“Ben razıyım mı dedin?”

Bu soru, bir ömür sonra sorulmaz.

Aslında yaratılmadan önce sorulmuştu.

Sen daha nefes almadan,

tenin yaratılmadan,

bir annenin rahmine düşmeden önce…

Bir yere çağrıldın.

Bir meclise…

Ona Elest Meclisi denir.

Ve o mecliste sana sadece “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorulmadı.

Aynı zamanda kaderin sana fısıldandı.

Zira İbn Arabi der ki:

“Ruh, yaratılmadan önce yazılmış olanı işitir.

Ve bu yazıyı işitmek, onun kaderle olan mukavelesidir.”

Yani kader, sana zorla değil,

bilerek ve anlayarak yazıldı.

Sana acı da söylendi,

ferahlık da.

Sana ayrılıklar, savaşlar, aşklar ve ölümler okundu.

Ve sen, o büyük sessizlikte,

belki de gözlerin dolarak dedin ki:

“Ben razıyım.”

Sen bilmeden “evet” dedin o yazıya.

Çünkü o yazı, senin hakikatindi.

ree

🌌 O Mecliste Ne Oldu?

Kur’an’da şöyle geçer:

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”

Onlar da: ‘Evet, şahidiz’ dediler.”

(A’râf, 172)

Bu ayet, sadece teolojik bir hatırlatma değil,

aynı zamanda bir ilahi kontrattır.

Sen Allah’a sadece O’nun Rabb olduğunu değil,

O’nun sana yazdığına da şahadet ettin.

Zira O sadece Rab değildir,

aynı zamanda Müdebbir, yani her şeyi planlayandır.

İbn Arabi şöyle der:

“Elest sadece bir söz değildir.

Bir idrakin yankısıdır.

Ruh, orada sadece iman etmedi;

aynı zamanda kaderini gördü.

Ve rıza ile seçti.”

Yani ruhun “evet” deyişi,

kör bir teslimiyet değil,

idrak edilmiş bir kabuldür.


🕊️ Ama Biz Hatırlamıyoruz...

Evet.

Bu kabulü bu dünyada hatırlamıyoruz.

Ama o kabulün izleri,

bazı duygularımızda,

bazı iç seslerimizde

ve bazen hiçbir şey anlamadığımız anlarda bile

“olması gerekiyordu” hissinde yankılanır.

Hiç düşündün mü?

Neden bazı şeyler seni hiç tanımadığın halde sarsar?

Neden bazı hikâyeler seninmiş gibi içini deler?

Çünkü ruh,

bu âlemde yaşarken,

önceki rızasını hatırlayan bir yolcudur.

İbn Arabi bunu şöyle açıklar:

“Ruh hatırlamaz, ama hisseder.

Ve hissettiği her şey, onun Elest’te duyduğu kelimelerin yankısıdır.”


🌒 O Halde Bu Acılar?

Eğer sen yazgına “razıyım” dediysen,

bu demek değildir ki acı istemiş oldun.

Hayır.

Sen acıyı değil,

onunla kazanılacak kemâli istedin.

Sen karanlığı değil,

onun içinden geçerek doğacak nuru seçtin.

Sen ölümleri değil,

onların sende doğuracağı kalbi kabul ettin.

Çünkü ruh,

bu dünyaya zevk için değil,

zikr için gönderildi.


🔍 Ne Oldu da Unuttuk?

Beden, ruhun üzerine indirilen bir elbisedir.

Ve bu elbise, zamanla ağırlaşır.

Unutmak, bu dünyanın perdesidir.

Ama İbn Arabi’ye göre:

“Zikr, ruhun Elest’te duyduğu sesi yeniden hatırlamasıdır.”

Yani sen her “Allah” dediğinde,

aslında kendi ruhunun kadim yankısını okursun.


🔄 Rıza Yenilenir mi?

Evet.

Bu dünyadaki sabır,

Elest’te verdiğin sözün şuurlu tekrarından başka bir şey değildir.

Senin her “tamam ya Rab…” deyişin,

bir yeniden hatırlayıştır.

Ruh bir kez razı olmuştu.

Ama bu dünyada o rızayı bilinçli hâle getirmek,

işte asıl ibadet budur.


⚖️ Sonuç:

Senin başına gelen ne varsa,

zaten tanıdığın bir kaderdir.

Çünkü ona ezelde “evet” dedin.

Ama bu evet, sana yük değil,

bir vuslat sözüdür.

Ve şimdi sormak sana düşer:

“Ben neye razı oldum?”

Bu soru acı değil,

uyanış sorusudur.

Ve onu sormak,

sana “evet” dediğin o ilk sabaha yeniden yürümektir.


Ve bazen,

bütün bu konuşmalardan,

bütün bu izahlardan sonra

kalpte hâlâ bir şey kalır…

Çünkü söz, acıyı teskin edemez.

Ama bazen,

acının içinden bir sır doğar.

İşte orada başlar hakikatin kıvılcımı…

Çünkü her ruh,

bu dünyaya zevk için değil,

kemal için gelir.

Ve kemal,

çoğu zaman acının koynunda gizlidir.

Kimi nimetle terbiye olur,

kimi yoklukla.

Kimi annesinin göğsünde büyür,

kimi annesini hiç görmeden gökyüzüne bakar.

Ama Allah,

her ruhu tam onun hakikatine uygun bir sınavla büyütür.

Senin kaldıramayacağın,

sana verilmez.

Ve sana verilen,

başkasına yazılmaz.

Çünkü her ruh,

kendi sır yolculuğunu yürür.

Bir bebek,

bombaların arasında doğar.

Ve sen o manzaraya bakarken yüreğin dağlanır.

“Bu mu adalet ya Rab?” diye haykırırsın.

Ama Allah susar.

Çünkü cevabı zaman vermez.

Cevap ebediyettedir.

Ve sen oraya varmadan

hakikati bilemezsin.

Çünkü bu dünya,

imtihanın perdesidir;

kararın değil.

Ve bazen,

gözyaşıyla yazılan bir ömür,

ebediyette bir anın nuruna dönüşür.

Sen burada kaybettim sanırsın,

orada vuslatın kendisiyle buluşursun.

Çünkü Allah,

seni sevdiği kadar sınar.

Ve seni bildiği kadar örtüler.

Sen göremezsin…

Ama O görür.

Sen anlayamazsın…

Ama O bilir.

Ve bazen bir kulun hayatında,

bin kişiye rahmet olur.

Bazen bir musibet,

yeryüzüne secde ettirir.

Bazen bir ölüm,

bir şehrin uyanışına vesile olur.

O yüzden sen sadece kendi gözünle değil,

Rahman’ın ilmiyle bakmaya çalış.

İbn Arabi der ki:

“Allah’ın cemali kadar, celali de vardır.

Ve celal bazen daha büyük rahmetin kapısıdır.”

Musibet,

dışarıdan vurur.

Ama içeriye ancak rıza girebilirse

rahmete dönüşür.

Ve işte orada başlar

hakiki insanın inşası.

Çünkü acıyla eğrilmiş bir kalp,

daha kolay secde eder.

Ve kırılan bir benlik,

daha derin duayla ayağa kalkar.

Senin gözünde “zulüm” gibi duran,

ilahi adaletin en keskin hâli olabilir.

Çünkü O bilir.

Ve sen,

ancak O’na yöneldiğinde

bir nebze anlayabilirsin.

Zenginlik seni kaydırabilir,

fakirlik seni sabit kılabilir.

Güvenlik seni gaflete çekebilir,

korku seni duaya döndürebilir.

O hâlde mesele,

yaşadığın değil;

yaşadığınla ne olduğundur.

Senin kaderin,

başına gelen değil,

onunla neye dönüştüğündür.

Ve her dönüşüm,

seni O’na yaklaştırıyorsa,

kârın budur.

Belki sen dua ettin,

ve her şey değişti.

Belki de dua etmen bile,

önceden yazılmıştı.

Çünkü dua,

senin kaderi kırman değil,

kaderin içinde açılan bir kapıyı fark etmen olabilir.

Allah, dilediğini siler.

Ama o dilediği,

senin kalbindeki değişimle ilgilidir.

Sen değişince,

kader de değişir.

Çünkü sen artık başka bir sen olmuşsundur.

Ve her “sen”,

kendi yazısıyla yürür.

Yani yazı sabittir,

ama okuyuşun değişir.

Sen isyanla okursan ağırlık,

teslimiyetle okursan rahmet olur.

Çünkü hakikat,

nasıl yaşadığında değil;

nasıl baktığında gizlidir.

Her şey yazıldı mı?

Evet.

Her şey yaşandı mı?

Evet.

Ama sen,

henüz hepsini anlamadın.

Ve belki anlamayacaksın.

Ama bu seni engellemez.

Çünkü iman,

bilmediğine güvenmektir.

Şimdiye kadar olan her şey,

zaten vardı.

Ama sen,

onu her an yeniden yaşıyorsun.

Ve bu yaşamak,

boşuna değil.

Çünkü sen,

şahitlik yapıyorsun.

Kendi kaderine,

kendi kalbine,

ve kendi Allah’ına…


Bir perde var.

Kalın değil…

Ama bakışımıza sızmayan bir zar gibi.

İnce.

Ama mutlak.

Ve o perdenin arkasında asıl olan saklı:

Gerçeklik.

Peki biz bu dünyanın neresindeyiz?

Yaşayan mıyız?

Yoksa sadece seyreden mi?

Modern dünyada buna “simülasyon teorisi” deniyor:

Belki de her şey bir yazılım,

belki de biz sadece izleyiciyiz…

Ve yaşadığımız sandığımız şey,

aslında bir senaryonun akışı.

Ama bu fikir, yeni değil.

İbn Arabi, bunu 700 yıl önce çok daha derin,

çok daha sarsıcı bir şekilde söylüyordu.

Ona göre:

“Âlem bir hayâldir.

Ama hakikati Hakk’ın hayâli olduğu için gerçektir.”

Yani sen varsın,

ama gerçekliğin gölgeden ibaret.

Sen yaşıyorsun,

ama yaşadığını zannettiğin şey,

Zât’ın tecellisinden başka bir şey değil.

Bizim “gerçek” dediğimiz şey,

belki de Allah’ın ilmi içindeki bir seyirdir.

Ve biz bu seyirde,

bir nehrin akışında yansıyan yapraklar gibiyiz.

Varlığımız,

güneşin suya yansımasındaki parlaklık kadar.

Gerçek mi?

Elbette.

Ama kendi başına değil.

Bir kaynaktan doğduğu sürece gerçek.

İşte tasavvuf, simülasyon teorisini bir oyun olarak değil,

bir tecelli düzeni olarak yorumlar.

Ve şöyle sorar:

“Seyreden kim?

Görünen kim?

Ve seyredilen ne?”

İbn Arabi’nin cevabı çarpıcıdır:

“Seyreden de O,

seyredilen de O,

sen sadece o aradaki aynasın.”

Yani sen,

bu âlemde olan biteni izliyorsun sandığında,

aslında senin üzerinden seyreden,

O’nun kendisidir.

Sen gören değilsin,

gösterilensin.

Ve bu, insanı hem yüceltir,

hem titretir.

Çünkü sen bir “oyuncu” değilsin sadece;

aynı zamanda bir ayin yerisin.

O’nun kendine bakmak için seçtiği

bir tecelli aynasısın.

Sen yürüyorsun…

Ama belki sen yürürken,

yürüyen Sen değilsin.

“Yürüyen, O’dur.”

Çünkü Kur’an’da buyurulur:

“Attığın zaman sen atmadın; Allah attı.”

(Enfâl, 17)

Ve bu ayet,

bir simülasyon kodu gibi

gerçekliği yeniden tanımlar.

Senin eylemlerin,

tam bir özgürlükle,

ama aynı zamanda

tam bir bağlılıkla gerçekleşir.

Bir simülasyonun içinde değiliz belki,

ama bir seyir sisteminin içindeyiz.

Ve bu seyir,

bizim hatırlayışımızla anlam kazanır.

Sen bu akışta kendini “özne” zannettikçe,

hakikatten uzaklaşırsın.

Ama sen akışın içinde

kendini “şahit” kıldığında,

o zaman sen var olursun.

Çünkü tasavvufun simülasyonu şudur:

“Gerçeklik, yalnızca Zât’a bakıldığında vardır.

Sen bakarsan gölge,

O bakarsa hakikat olur.”

O hâlde senin görevin,

bu âlemin kodunu çözmek değil…

Bu âlemde O’na açılmak.

Çünkü sen,

bir ekran değil,

bir seccadesin.

Ve senin ruhun,

her şeyin yalnızca “seyredilen” değil,

sevgili olarak bakılan olduğunu hatırladığında

işte o zaman uyanış başlar.

ree

Bir şeyi sürekli izliyorsun.

Ama o şey, sanki hep senden bir adım önde.

Bir anı yaşamaya başlıyorsun,

ve henüz anlayamadan o an geçip gidiyor.

Sonra geriye sadece o tanıdık his kalıyor:

“Ben sanki sadece izliyorum…”

Ve işte o his,

insanın en derin farkındalıklarından biridir.

Çünkü tasavvuf der ki:

Sen yaşadığını sandığın şeyi yaşamıyorsun,

sen “yaşanırken” fark edilen bir şahitsin.

Senin eylemlerin, senin niyetlerinle yoğrulur,

ama bu eylemlerin ilahi bir seyirde seni aşan bir plana dahildir.

Tıpkı bir yıldızın, kendi parlaklığıyla değil,

güneşin ışığıyla parlaması gibi.

İbn Arabi, bu hakikati şöyle tarif eder:

“Âlem, Allah’ın kendini seyretme aynasıdır.

Sen ise o aynada açılan yansımadan ibaretsin.

Ama yansıma olmadan tecelli olmaz.

O yüzden sen varsın…

Ama varlığın, sende değildir.”

İşte burası, “ben kimim?” sorusunun cevapla değil,

suskunlukla sarsıldığı yerdir.

Çünkü buradan sonra

anlamak değil,

açılmak başlar.

Bir çocuk doğuyor,

ama o doğum senin için bir haber,

Allah için zaten olmuş bir şeydir.

Bir adam ağlıyor,

ama o gözyaşı senin için bir an,

Allah için zuhurun bir parçasıdır.

Ve sen bu olayları yaşarken değil,

şahit olurken gerçek olursun.

Çünkü bu âlem,

şahitlik üzerine kurulmuştur.

“Ben bu acıyı neden yaşadım?”

“Bu kader bana neden yazıldı?”

“Benim iradem nerede?”

diye sorduğunda…

Cevap verilmez.

Ama bir perde aralanır.

Ve o perdede sen,

kendine ait sandığın varlığın aslında

bir bakışa dönüştüğünü fark edersin.

Senin özün bir merkez değil,

bir aynadır.

O merkez,

her şeyi seyreden o Bakî Göz’dür.

Sen yaşadığını sanırsın,

ama belki de seni izleyen,

o bakışın içindeki senin asli halindir.


Peki ya rüyalar?

Onlar bu sistemin neresindedir?

İbn Arabi’ye göre rüya,

hakikatin perdeyle karıştığı ara bir şehâdettir.

Yani rüya da gerçektir,

ama gerçeklikten daha gerçeği gösterdiği için

**“uyanılandan daha uyanık bir alan”**dır.

Bu da gösterir ki,

senin gerçek dediğin şey,

bazen sadece alışkanlıktır.

Ve sen,

alışkanlığın dışına çıktığında

hakikati değil, onun yansımasını fark edersin.


O hâlde tekrar soralım:

Biz sadece izliyor muyuz?

Evet.

Ama sadece izlemiyoruz.

Aynı zamanda izleniyoruz.

Ve bu izleniş,

bizi yok eden değil,

bizi ilahi olana şahit kılan bir izleniştir.

Ve belki de bu yüzden dünya bir oyun değil,

bir tecelliler tiyatrosudur.

Sen rolünü ezberlemedin.

Çünkü yazılmadı.

Ama senin özün,

rolü her defasında kendiliğinden oynar.

Çünkü ilhamın kaynağı,

yazılı bir kader değil,

canlı bir tecellidir.

Kapanış Duası:

Ya Rabbi,

Sen ki zamanı yarattın,

ama zamanla sınırlı değilsin.

Sen ki kaderi yazdın,

ama yazgının ardında merhametin gizli.

Biz henüz nefes almadan,

bizim için yazdığın her şeyi

ilimle, hikmetle, rahmetle ördün.

Senin ilminde her şey çoktan oldu.

Ama bizim kalbimiz hâlâ yolculukta.

Bir perdeyle bakıyoruz olan bitene…

Bazen ağlıyoruz,

bazen anlamıyoruz,

ama Sen biliyorsun ya Rab,

bu bilmek bize yetiyor.

Biz bu âleme unutarak geldik.

Şimdi hatırlamak için yalvarıyoruz.

Senin isimlerinin gölgesinde yürürken,

kendimizi “ben” zannettik.

Ama Sen her şeyin sahibi olduğunu

her ân bize hatırlatıyorsun.

Ey El-Hak,

bize hakikatinle dokun.

Ey El-Basîr,

içimizde bile göremediğimizi bize göster.

Ey El-Vedûd,

bizi seyrederken sevdiğini unutma.

Ve bizi seyrederken

sevgine layık kıl.

Senin ilminde yazılmış her şeyin

bizde hayra tecelli etmesini nasip eyle.

Bizi yalnız yazılmış olanın değil,

senin rızanın izleyicisi eyle.

Ya Rabbi…

Biz sadece seyretmek istemiyoruz.

Seninle birlikte bakmak,

Seninle birlikte anlamak,

Seninle birlikte var olmak istiyoruz.

Bu aciz benliğimizi,

Zât’ının kudretine teslim ediyoruz.

Bizi sadece yaşatan değil,

uyanık ve diri kılan kullarından eyle.

Ve her kelimenin sustuğu yerde,

biz sadece şunu diyelim:

“Evet ya Rabbi…

Sen bizim Rabbimizsin.

Şahitlik ederiz.”

Âmin.

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

Recommended Products For This Post
 
 
bottom of page