Fatiha Suresi
- Sesli Terapi

- 20 Haz
- 19 dakikada okunur

ٱلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ ٱلْعَٰلَمِينَ
Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
Hamd, sadece bir övgü değildir. Varlığın kalbindeki yöneliştir. Her şeyin özünde bulunan teslimiyetin, şükrün, secdenin kelimeye bürünmüş hâlidir. Fâtiha’nın bu ilk kelimesi bir kapı açar. O kapının tokmağı “Elif”tir, sesi “Lam”dır, kokusu “Mîm”dir. Ve bu hamd, yalnızca dudaktan değil, kalpten taşan bir yakarıştır.
İbn Arabi Hazretleri der ki: “Hamd, Hakk'ın kendi Zâtına olan şahitliğidir. Kulun diliyle zahir olur ama aslında hamd eden de Hakk’tır, hamd olunan da.” Çünkü kul, varlıkta bağımsız bir özne değildir. Hamd eden dil, hamd edilen ise bizzat o dili konuşturan kudrettir.
Abdülkadir Geylani Hazretleri, hamdi bir arınma hali olarak görür. Ona göre gerçek hamd, kalpteki şirk kırıntılarını yakar. Kulun nefsinden sıyrılıp, yalnızca Allah’a ait olduğunu hatırladığı an başlar. Hamd bir hatırlayıştır. “Sen varsın, ben Seninim” demenin en saf yoludur.
Mevlânâ şöyle seslenir burada:“Sen hamd ediyorum sanırsın, oysa hamd seni çoktan secdeye yatırmıştır. Varlığın, var edeni anınca kendi varlığını unutur. İşte hamd o unutuluştur. Sen yoksun da O’na var oluyorsun.”
İmam Gazâlî Hazretleri bu ayeti derin bir kalp terbiyesi olarak yorumlar. Ona göre hamd etmek, sadece nimete karşı değil, musibete de gösterilen ilahi bir fark ediştir. Hamd, Allahtan gelen her halini güzel görmekle mümkündür. Çünkü Allah’tan gelen her şey, kulun Rabbine giden yoludur.
Şems-i Tebrîzî ise başka bir sır açar:“Hamd, yalnızca hoşuna giden şeylere değildir. Asıl hamd, canını yakan şeye de 'Sen de Rabbimsin' diyebilmektir. Çünkü Rabb, sadece nimet veren değil; eğiten, yoğuran, sabrı öğretendir. Hamd, bu terbiyeye verilen cevaptır.”
Sühreverdî ise nur metafiziğiyle yaklaşır:“Hamd, kalbin nura kavuştuğu andır. Varlıklar nurlarla doludur ve her nur kendi Rabbine hamd eder. İnsan ise nurların en derin aynasıdır. Bu yüzden insanın hamdi, tüm âlemlerin hamdini temsil eder.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ise şöyle der:“Hamd, bilene güzeldir. Her işte bir hayır, her hayırda bir sır, her sırda bir nizam vardır. Kul ne vakit ki ‘Rabbim böyle murad etmiş’ derse, işte o zaman hamd, onu hikmete taşır.”
“Rabbü’l-âlemîn” ifadesi, hamdin nedenini verir. Çünkü Rabb, sadece yaratıcı değil, terbiye edici, gözeten, tamamlayandır. Ve “âlemîn”, yalnızca görünen âlemler değil; gönül âlemleri, ruhlar âlemi, melekût âlemi, sır âlemleridir. Her biri O’nun terbiyesiyle kaimdir.
İbn Arabi’ye göre “âlemler” kelimesi, Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği farklı bilinç katmanlarını temsil eder. Her kul, kendi ruh aynasında başka bir ismin yansımasıdır. Hamd, bu yansımanın farkına varmaktır. Senin Rabb’in seni bildiğin gibi değil, bildiğinden öte bir sırla terbiye eder. Her âlemde O’nun ayrı bir Rab oluşu vardır. Ve sen, kendi içindeki âleme yöneldiğinde, o Rab’bi bulursun.
Bu yüzden bu ayet, sadece bir giriş değil; bir teslimiyet anlaşmasıdır. Kul, bu cümleyle:“Ben övgüye layık kimse aramıyorum. Benim varlığımda övülen yalnızca Sensin” der.
Ve hamd başladığında, âlemler susturulur. Çünkü konuşan artık insan değildir. Konuşan, kendini unutan bir kalptir. O kalp, Rabbini bulmuştur. Ve o buluş, hamdin hakikatidir.
ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
Er-Rahmân, Er-Rahîm
Bu iki isim, Fâtiha’da ikinci kez görünür. Birinci ayette hamd ettin, şimdi o hamdin kime olduğunu daha derin bir sıfatla anlıyorsun. O, Rahmân’dır. O, Rahîm’dir. Ve bu iki isim, sadece rahmet vermek değil, rahmeti bizzat yaratmaktır. Birinin içine düşen bir damla gözyaşında da, bir anne karnındaki sükûnette de, bir günahkârın kalbindeki utançta da, hep bu iki ismin yankısı vardır.
İbn Arabi der ki: “Rahmân, bütün varlıklara perdesiz tecelli eden rahmettir. Rahîm ise bu tecellinin müminlerin kalbinde özel bir letafetle nûra dönüşmesidir.” Yani Rahmân olan, inanan-inanmayan demeden herkesi kapsar. Ama Rahîm olan, sadece onu tanımaya yönelen kalpleri içine alır. Rahmân, gökyüzünü yağmura açan esmadır. Rahîm, o yağmurun bir damlasında Hakk’ı fark ettiren sırdır.
Burada “rahmet” kelimesi, rahim kökünden gelir. Rahim, ana rahmidir. Koruyan, besleyen, gizleyen, büyüten… Ama dışarıdan bakan biri, bunu karanlık zanneder. Oysa içte bir nur büyümektedir.
Er-Rahmân, bu yaratıcı karanlıktır. Her şey O’nun içinde büyür. Er-Rahîm ise o büyümeyi hikmete ulaştırandır. Yani bir şeyin rahmet olması yetmez; onun seni Hakk’a yaklaştırması gerekir. İşte Rahîm olan, bu yakınlık sırrını açar.
Abdülkadir Geylani Hazretleri şöyle der:“Rahmân, seni yokluktan varlığa getirdi. Rahîm ise seni varlıkta yok etmeye çağırır. Rahmân seni kendine tanıttı, Rahîm seni kendinden alıp O’na götürür.”
Bu ikili Esma, yaratılışın hem başını hem sonunu anlatır. Rahmân, seni varlığa çağırandır. Rahîm, seni varlıktan arındırandır. Rahmân, ‘ol’ diyen sestir. Rahîm, ‘gel’ diyen sükûttur.
Mevlânâ bu ikiliyi şöyle anlatır: “Sen doğmadan önce bile bir rahmet vardı. İşte o Rahmân’dı. Doğduktan sonra da seni merhametle saran bir sır var, o da Rahîm’dir. O seni kendinden bile daha çok sevdi. Ve o sevgiyle var oldun. Şimdi o sevgiyle yok olacaksın. Bu yokluk, vuslattır.”
İmam Gazâlî Hazretleri , bu isimleri kalbin terbiyesiyle ilişkilendirir:“Rahmân ismini bilen kul, her şeye şefkatle bakar. Rahîm ismini tanıyan ise adaletle yaşar. Çünkü biri seni Allah’a yaklaştıran merhameti, diğeri seni O’nun huzurunda eğiten letafeti öğretir. Rahmân geniştir ama Rahîm seçicidir. Kul hem geniş kalpli olacak, hem de seçilmişliğin edebiyle yaşayacaktır.”
Şems-i Tebrîzî şöyle fısıldar:“Rahmân seni sevdiği için yarattı. Ama Rahîm seni sevdiği için sınar. Bu iki aşk arasında sıkışır kalbin. Ve her sıkışma bir doğum sancısıdır. Rahîm, kalbinde doğan yeni bir insanı bekler. Sen orada yeniden var olacaksın.”
Sühreverdî’ye göre bu iki Esma, varlık âlemlerindeki nur derecelerini temsil eder. Rahmân nuru, her şeyin üzerindedir. Her varlık bu nura doymuştur. Ama Rahîm nuru, kalbin içine süzülen özel bir ışıktır. Onu sadece susanlar, arayanlar, düşenler hisseder. Çünkü Rahîm, bir lütuf değil; bir buluşmanın kapısıdır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri der ki:“Rahmân ismiyle dünya düzen buldu. Rahîm ismiyle ahiret sır oldu. Kul, bu iki sırra aynı anda bakabilirse, her nimette imtihanı, her imtihanda nimet görür. İşte o zaman zikir olur hayat. Rahmân ile başlarsın, Rahîm ile bitersin.”
İbn Arabi Hazretleri, bu ayetin ledünnî sırrını “rahmetin merkezden değil, merkezin kendisi oluşuyla” açıklar. Ona göre, rahmet dağıtılan bir şey değil; yaratılışın özü, kendisidir. Her varlık, rahmetin bir kelimesidir. Senin ruhun, o kelimenin içindeki ses…
Ve bu ses, seni secdeye çağıran bir sırla yankılanır. Çünkü Rahîm, sadece yaratan değil; sana seni unutturan, seni O’na döndüren, seni O’nda yok eden isimdir.
Burada susmak gerekir. Çünkü bu iki isimle kalbe inen rahmetin kelimesi yoktur. Sadece hali vardır. Hisseden, konuşmaz. Konuşan, henüz hissetmemiştir. O yüzden gerçek zikir, Rahmân ve Rahîm’i kalpten geçiren bir sessizliktir.
Kalbine bir soru sorulmuştur bu ayette:“Sen bu rahmetin farkında mısın? Yoksa hâlâ rahmeti nimet zannedip, Rahîm olanın seni terk ettiğini mi düşünüyorsun?”
Cevabını kalbin versin. Çünkü bu iki ismi tanıyan bir kalp, başka kapı aramaz. Onun yönü bellidir: Rahmân’da yaratıldı, Rahîm’de yok olacak.
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ Mâliki Yevmiddîn (Din Gününün Malikidir)
Bu ayet, varlığın başını ve sonunu birleştiren bir hat gibi kalbe iner. Bu hat, zamanın ötesinden çizilmiş bir kader çizgisi değil; daha çok, kalpte yanan bir tecelli gününün yankısıdır. Kul bu ayeti okurken yalnızca gelecekte yaşanacak bir hesap anını değil, kendi içinde defalarca koptuğu o muhasebe anını da duyar. Çünkü Yevmiddîn, dışarıdan gelen bir gün değil; içimizde çoktan başlamış bir uyanıştır.
İbn Arabi Hazretleri der ki:“Yevmiddîn, zamanla sınırlı bir gün değildir. O gün, ne güneş doğar ne de ay görünür. O, hakikatin üstünü örten her şeyin sıyrıldığı, perdenin kalktığı bir fark ediş anıdır. Ve o günde yalnızca bir malik vardır: Hakk.”
Malik kelimesi burada sadece sahip anlamına gelmez. Hakk’ın mutlak hâkimiyetini, kulun en ufak bir tasarrufa dahi sahip olamayışını ilan eder. Kişi ne kendini savunabilir ne de mazeret gösterebilir. Çünkü bu malikiyet, zâhirdeki mülkiyet gibi değildir. Bu malikiyet, kalpteki gölgelerin bile sahibine döndüğü bir aşkınlıktır. Varlığın her hücresi, “Ben seninim” der. Çünkü Yevmiddîn, sadece hesap günü değil; dönüş günüdür. Kimliklerin soyunduğu, isimlerin sustuğu, sadece yüzlerin konuştuğu bir gündür.
Abdülkadir Geylani Hazretleri, bu ayeti “mahcubiyetin zirvesi” olarak niteler. O der ki:“Her kul, o gün kendi yalanlarını görür. Ama o yalanların içindeki hakikatleri de… Ve Rab, bütün bunlara rağmen kuluna sahip çıkar. Malik, her şeyi bilen ama yine de affeden demektir. O günün Malik’i yalnızca Allah’tır, çünkü yalnızca O affedecek kadar büyüktür.”
Mevlânâ şöyle anlatır bu ayeti: “Sen zannedersin ki yargılanacaksın. Oysa o gün, her amelin secdeye vardığı bir gündür. Amel bile boyun eğer. Çünkü hiçbir şey kendine ait değildir. Ne yaptığını hatırlarsın, ama ne için yaptığını bile hatırlayamazsın. Ve Malik der ki: 'Ben senin niyetini gördüm. Sözünden önce gözyaşını duydum.'”
İmam Gazâlî Hazretlerine göre, “Yevmiddîn” aynı zamanda “dönüş” anlamıdır. Dîn kökü “karşılık”, “ödül” ve “dönüş” anlamlarını taşır. Yani bu gün, sadece cezalandırma değil; hakikate dönme günüdür. “Mâlik” kelimesi, kulun kalbinde Allah’tan başka sahip olmadığını idrak ettiği ana denk düşer. Ve kul, ancak o vakit gerçekten özgür olur. Çünkü sahip olmanın sona erdiği yerde, ait olmanın sonsuzluğu başlar.
Şems-i Tebrîzî ise bu ayetin üzerinde susarak konuşur: “Ey kul, herkes seni terk ettiğinde, seni çağıran bir ses olacak. O ses, sana 'Gel' diyecek. Ve sen bütün pişmanlıklarınla, eksikliklerinle, aşkınla, ihanetinle... Hepsini önüne koyup o sese yürüyeceksin. İşte o sesin sahibi Malik’tir. O gün, hiçbir suret kalmayacak. Sadece ses olacak. Ve o ses: ‘Ben senin Malik’inim’ diyecek.”
Sühreverdî’ye göre bu ayet, nurun karar verdiği andır. Çünkü o gün, nurla zulmetin ayrıştığı gündür. Hakikat ile vehim, öz ile maske arasındaki fark görünür olur. Ve kişi, iç âlemindeki malik ile dış âlemindeki maskeyi ayırt etmeye başlar. “Mâliki Yevmiddîn” demek, kendi içindeki tüm sahte maliklerden yüz çevirmek demektir. Bu yüz çeviriş, bir başkaldırı değil; bir secdedir.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri der ki:“O günün Malik’i O’dur. Ama senin her gününde de O’dur. Sadece bir günü bekleme. Kalbinde her gün doğan bir din günü vardır. Gecenin sonunda yüzüne vuran tövbe sabahı vardır. Ve o sabah, malik seni uyandırır. ‘Bugün geri dön’ der. O ses gelince, her şeyi bırak ve dön. Çünkü döndüğün yer, özüne ait o malik kapısıdır.”
Bu ayet kulun kendi yokluğunu kabul ettiği yerdir. Hiçbir hükmünün kalmadığı, hiçbir bahanesinin yürümediği yerdir. Burada ilim susar, zikir konuşur. Burada diller tutulur, kalpler açılır. Çünkü bu malikiyet, bir korku değil; bir teslimiyet doğurur. İnsan, kendini yargılayanın en çok seven olduğunu anladığında, o mahkeme adalet değil; rahmet olur.
Ve bu yüzden “Mâliki Yevmiddîn” ayeti, sadece bir haber değil; bir hazırlıktır. Kalbine sorar:“Bugün seni yöneten kim? Nefs mi, şehvet mi, öfke mi, unutuş mu? Yoksa seni Malik’e götüren o ince sızı mı?”
O gün geldiğinde, artık vakit kalmaz. Bugün, o günü inşa etme günüdür. Ve bu ayet, seni bugünden o güne çağıran bir uyarı değil, bir rahmettir.
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ İyyâke na’budu ve iyyâke neste’în
(Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Sendenyardım dileriz)
İşte burada kulun sesi yankılanır. Artık ayet değil, sen konuşuyorsun. Fakat bu söz senin değil; Hakk’ın sana ilham ettiği kelimelerdir. Burada dua, kulun Rabbiyle aynı dilde konuşmasıdır. “İyyâke” diye başlarsın çünkü bu bir yöneliştir. Yüzünü tüm yönlerden çevirip sadece O’na çevirdiğin andır. “Na’budu” dediğinde artık bir ben yoktur. “Biz” olmuşsundur. Sen bile tek başına değilsindir artık. Tüm mahlûkatla birlikte bir secdenin içindesindir.
İbn Arabi Hazretleri der ki:“İyyâke” kelimesiyle başlayan cümle, yönün yalnızca bir kapıya çevrilmesidir. O kapı, ne zihinle bulunur ne de gözle görülür. O kapı kalbin kıblesidir. Ve kişi ne zaman gerçekten 'Sen' derse, o zaman kendi benliğinden çıkar. 'Na’budu' demek, 'artık biz yokuz, sadece Sen varsın' demektir.”
Abdülkadir Geylani Hazretleri ise şöyle der:“İbadet, sadece namaz değildir. İbadet, O’nsuz bir an geçirememe hâlidir. Kalbini O’nun dışında birine açamama hâlidir. Her nefesi, O’nu razı etmek üzere alıp vermektir. Ve bu hâli yaşayan kişi, yardım da yalnızca O’ndan diler. Çünkü bilir ki, başka yardım kaynakları ona kendini unutturur. Ama Allah, kuluna kendisini hatırlatır.”
İmam Gazâlî Hazretleri bu ayeti kalp terbiyesiyle birlikte düşünür: “Gerçek ibadet, bir menfaat için yapılan değil; vuslat için yapılan ibadettir. Kulluğun özü, neyi niçin yaptığını unutarak yalnızca Rabbinin huzurunda kalmaktır. Yardımı ise, sadece dışta değil, içte aramaktır. Kalbin kıblesini düzeltmeden yöneldiğin kıble seni Hakk’a götürmez.”
İmam-ı Rabbânî Hazretleri şöyle buyurur: “Bu ayetteki ‘na’budu’ kelimesi, yalnızca secdeyle eğilmeyi değil, iradenin de eğilmesini ister. Kul, kendi arzularını terk etmeden Rabbine yaklaşamaz. Ve ‘nesteîn’ demek, yardımın yalnızca O’ndan geldiğini kabul etmektir. Kulun yapabildiği her şey, O’nun kudretiyle mümkündür.”
Şems-i Tebrîzî ise burada gönle şöyle seslenir: “Sen O’na kulluk ettiğini sanırsın. Oysa O, sana kendi huzurunda eğilme hakkı vermiştir. Bu ne büyük bir rahmettir. Bunu anlayan biri, yardım dilediğinde dil değil, kalp yalvarır. Ve öyle bir yardım gelir ki, gözyaşın secdeye karışır da kendinle karşılaşırsın. İşte o zaman anlıyorsun: Yardım, seni sana bulduran kudrettir.”
Mevlânâ ise bu ayeti bir aşk yeminine benzetir: “İyyâke na’budu… Yalnızca Sana... Başkasına değil, nefse değil, hayale değil… Ve yalnızca Senden yardım… Çünkü başka kimsede senden bir iz yok. Bu bir âşık duasıdır. Aşkın alnı secdede, gönlü sende, sesi sende… Yardım dilerken bile seni çağırıyor. O yüzden bu ayet, bir çağrıdır: ‘Yalnızca Sen, yalnızca Sen…’”
Hallâc-ı Mansûr Hazretleri ise bu ayetin içinde yok olmuştur adeta. Der ki:“İbadet eden kim? Yardım dileyen kim? Eğer ben yoksam, ibadet eden de O’dur. Yardımı isteyense O’dur. Yardım eden de O’dur. ‘Enel Hak’ dedim çünkü başka kimse yoktu.”
Fahreddin er-Râzî Hazretleri bu ayeti, insanın acziyetini fark ettiği an olarak tarif eder: “Kul ibadet eder ama acziyetini bilmeden ederse, ibadet gurura dönüşür. Oysa bu ayette hem kulluk hem de yardım dilemek birlikte zikredilir. Çünkü gerçek ibadet, yardım dileyerek yapılan ibadettir. ‘Ben kulluk ediyorum’ diyen değil; ‘Ben acizim’ diyen Allah’a yakındır.”
İmam Süyûtî Hazretleri ise bu ayetteki “tevhid” vurgusuna dikkat çeker:“ İyyâke na’budu ve iyyâke neste’în… Bu ayet tevhidin kalbidir. Çünkü hem fiil hem fail birdir. Ne ibadet başkasına, ne yardım başkasından. Her şey O’ndan, her şey O’na.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle der:“Sen ibadet ettiğini sanırsın ama eğer kalbin yoksa, sadece bedenin eğilmiştir. Kalp secdeye varmayınca, yardım da gelmez. Bu ayetle kul, kalbini Hakk’ın önüne koyar. Der ki: ‘Ben unuturum ama Sen unutturma. Ben zayıfım ama Sen güçlüsün. Ben isterim ama Sen verirsin.’”
Ve şimdi bu ayet, bize bir soru sorar: Sahi, neye ibadet ediyorsun? Ne uğruna yoruluyorsun, kime boyun eğiyorsun, kimden umut bekliyorsun? Kalbinin kıblesi nerede, gecenin karanlığında yardım diye kime yöneliyorsun? İşte bu ayet, seni kendi içindeki cevaplara götürür.
Çünkü ibadet, şekil değil; yöneliştir. Yardım ise kapı değil; cevaptır. Sen hangi kapıya eğildiysen, cevabı da orada ararsın. Bu ayet der ki: “Eğil, ama sadece Hakk’a. Ve yardım dile, ama sadece O’ndan.”
Bu bir dua değil sadece. Bu, insanın kendine verdiği bir söz, kalbin ağzıyla söylenmiş bir ahittir. Ve bu ahdi hatırlayan kalp artık başka bir yere yönelmez.
ٱهْدِنَا ٱلصِّرَٰطَ ٱلْمُسْتَقِيمَ
İhdinâ’s-sırâtal-mustakîm (Bizi dosdoğru yola ilet)
Bu bir dua değil sadece. Bu bir iltica. Bu bir itiraf. Bu bir teslimiyet.
Bu bir yakarış değil yalnızca; içten bir secde.
Varlığın dağınıklığını toplayan, kalbi yola koyan ilk nida.
Sıra burada değişir: Artık hamd ettin, rahmeti bildin, malikiyetle yüzleştin, kulluğunu söyledin ve şimdi yönünü soruyorsun. Ruhun secdeden başını kaldırıp yön aradığı andır bu. İşte burada “sırat” kelimesi gelir. Sırat, sadece bir yol değil; bir hâl, bir halet, bir duruş, bir yöneliş. Ve o yol, “mustakîm”dir. Yani eğrilmeyen, sapmayan, kırılmayan… Hakikatin çizgisi kadar berrak ve merhametin kılıcı kadar keskin.
İbn Arabi Hazretleri, bu ayeti “talebin kendini bilmeye yönelişi” olarak yorumlar. Der ki:“Her kulun iç yolculuğu, kendini Rabbine açtığı bu dua ile başlar. Sırat, sadece ayakla yürünecek bir yol değildir; kalple geçilecek bir haldir. Mustakîm ise sadece düz değil; Allah’ın cemâl ve celâl sıfatlarının dengesiyle dengelenmiş bir çizgidir. Bu yol, tevhidin kalbidir. Ne ifrattır ne tefrit; ne sadece akıl ne de yalnız aşk…
Sırât-ı müstakîm, Hakk’ın razı olduğu denge halidir. Ve bu denge, ancak O’nun hidayetiyle bulunur. Çünkü yol yoksa yön de yoktur; yön yoksa vuslat da…”
Ve yine der ki:“Bu dua, aynı zamanda kulluğun idrakini gösterir. Kul burada, kendi yön bulma kudretinden vazgeçip, mutlak olarak Hakk’a yönelir. Bu yöneliş, kendi varlığını inkâr değil; varlığın Hak’ta çözülmesi ve yeniden doğmasıdır. Sırat, varlığın önce eriyip sonra yeniden vücut bulduğu çizgidir.”
Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne göre bu ayet, kalbin tevazu noktasıdır. O der ki: “Sen yolu bilsen bile, kalbin sapabilir. Gözün kıblede olsa bile, nefsin başka bir secdede olabilir. Bu yüzden her secdede bu duayı tekrar etmek gerekir. Çünkü sırât-ı müstakîm, sadece dünyevi bir istikamet değil; batınî bir uyanıştır. Yani içindeki niyetin yönünü düzeltmek.
Kul, bu duayı her gün tekrar eder. Çünkü her gün, kalbin biraz daha eğilir.
Ve o eğrilik, ancak Hakk’ın lütfuyla düzelebilir.”
Ve sonra ekler: “Bu dua, hem yakarış hem de uyanıştır. Kul ne vakit ki ‘beni doğru yola ilet’ der, o vakit kendi yolunu unutur. Ve asıl hidayet o zaman başlar. Yani insan, kendi rehberliğinden vazgeçince, Allah’ın rehberliği gelir. Ve o rehberlikte, karanlık bile nur olur.”
İmam Gazâlî Hazretleri, bu ayeti “amellerin niyetle istikamet bulması” olarak yorumlar. Der ki: “Sırat-ı müstakîm, sadece namaz kılanın yolu değildir. İhlâs ile namaz kılanın, riyadan arınmış bir gönülle secde edenin yoludur. Bu yol, şekille değil, içtenlikle geçilir. Kul bu ayeti okuduğunda, hem kalbini hem amellerini ölçüye koyar. Ve şöyle der: ‘Ey Rabbim, ben bildiklerimle de sapabilirim. Ne olur, beni bildiklerimin değil, Senin razı olduğun yolun üzerine koy.’ İşte bu, kulluğun zirvesidir.”
Ve Gazâlî Hazretleri, bu ayetin hakikatini şöyle taçlandırır: “İnsan, kendi aklıyla dosdoğruyu bulduğunu sanır. Ama en büyük sapmalar, en bilgili kalplerden doğar. Hakk’ın rehberliği olmadan ilim, kibirdir. Hakk’ın hidayeti olmadan ibadet, gösteriştir. Ve sırât-ı müstakîm, bu tuzaklardan geçerek, kalbi Allah’a tam teslim etmektir.”
İmam-ı Rabbânî Hazretleri, bu ayeti tecellî-i hidayet olarak anlatır: “O yolu görmek başka, o yolda yürümek başka, o yolda sabit kalmak ise daha başka bir haldir. Bu yüzden ‘ihdinâ’ deriz. Çünkü insan, bazen doğruyu görse de yürüyemez. Bazen yürür ama sabit kalamaz. Hidayet sadece yönü değil; yürümeyi, sabrı, istikameti de içerir. Allah dilemezse, kul bir adım dahi atamaz.”
Ve sonra der ki:“Bu ayet, bir yöneliş değil; bir kader değişimidir. Çünkü kul, kendi tercihlerini Allah’a teslim eder. Der ki: ‘Benim yolumu Sen seç. Bana hayırlı kapılar ihsan eyle. Bu en büyük tevekküldür. En büyük teslimiyettir. İşte sırat-ı müstakîm, Allah’ın kuluna açtığı kaderin rahmet çizgisidir.”
Hallâc-ı Mansûr Hazretleri ise, bu ayette yanar. O der ki: “Ey Rabbim, bana yolu gösterme. Beni Sen ol. Beni yok et. Ki ben yolda yürüyen olmayayım, bizzat yolun seni olasın. Ey sırat-ı müstakîm! Eğer sen Sen’sen, ben de sende yokum. O hâlde ben yürümüyorum, Sen yürüyorsun. Sen yürürken ben yanıyorum. Bu yol ateştir. Aşık olan yanarak yürür.”
Bu, bir fenâ kapısıdır. Bu ayetle kul, benliğinden soyunur. Artık hidayet değil, yokluk ister. Yani “beni yolda kıl” değil, “beni yolda yok et” demektir. Bu, aşkın secdesidir.
Fahreddin er-Râzî Hazretleri ise bu ayeti ilmî ve derin bir çözümlemeyle okur: “Sırat, geniş bir kavramdır. Şeriat, tarikat, hakikat ve marifet yolları hep bu sıratın içinde yer alır. ‘Mustakîm’ sıfatı, bu yolların ilahi dengeyle yürünmesi gerektiğini gösterir. Yani sadece ibadet değil, marifet de gereklidir. Sadece marifet değil, akıl da gereklidir. Yani bu yol, dengedir. Ve bu denge, ancak Allah’ın hidayetiyle kurulur.”
Ve şu uyarıyı yapar:“Çoğu insan sırat zannettiği yolda nefsiyle yürür. Oysa mustakîm olan yol, insanın hem zahirini hem batınını aynı anda Allah’a yönelten yoldur. Kalbi başka yerde olan, kıblesi düzgün olsa ne fayda?”
İmam Süyûtî Hazretleri ise bu ayeti, dua âyetlerinin şahı olarak niteler. Der ki:“Kur’an’da edilen her dua, bu ayetin içindedir. Çünkü her arayış, doğru yolu bulmak içindir. Ve doğru yol, Allah’a en yakın olan yoldur. Bu yüzden bu ayeti her namazda tekrar ederiz. Çünkü her an yönümüzü şaşırabiliriz.”
Ve sonra ekler: “Bu ayet, kulun her secdede kendini sıfırlayıp tekrar başlatmasıdır. Kalbin her seher vakti yeniden doğmak istemesidir. Sırat budur: Her gün yeniden yönelmek, yeniden ağlamak, yeniden yürümek…”
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ise bu ayeti bir hikmet pınarı gibi görür. O şöyle der:“İhdinâ sıratal müstakîm... Yani: Ey Rabbim, beni bana bırakma. Nefsimin yollarına saparsam, beni çevir. Kalbim eğrilirse, beni düzelt. Beni sevmediğin bir hâle sokarsam, beni kendime bile düşman et ama Sen’den uzak etme.”
Ve sonra şöyle tamamlar:“Sırat, bir ince çizgidir. Hem dünya köprüsüdür hem de kalbin ipidir. Bir yanına dünya düşer, bir yanına ahiret. Ama ortasından yalnızca Allah geçer. Kim o çizgide yürürse, hem dünyası aydınlanır hem ahireti. İşte bu duadır: Beni o çizgide tut, ey Malik-i yevmiddîn.”
Bu ayetle, kalp yönünü bulur. Ruh, kıblesini tanır. Yol bir çizgi olmaktan çıkar, bir hâle dönüşür. Ve kul, her gün yeniden bu ayeti söyler. Çünkü her gün biraz daha yoldan sapar. Ve her sapışta bu dua, onu yeniden Hakk’a çeker.
صِرَاطَ ٱلَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ ٱلْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا ٱلضَّآلِّينَ
Sırâta’l-lezîne en‘amte ‘aleyhim, ğayri’l-mağdûbi ‘aleyhim ve le’d-dâllîn
(Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil)
Bu ayet, bir ayrılış ve bir kavuşma âyetidir. Yolun nereye çıktığını değil, kimlerle yürüneceğini bildirir. Her yolun bir menzili olduğu gibi, bir de yol arkadaşı vardır. Bu ayet kulun yalnızca yönünü değil, aynı zamanda yönelişinin kalitesini sorar. Kimin izini sürdün? Kime benzedin? Hangi hakikatin peşinden yürüdün? Kimin adımları senin kalbinde yankılandı?
İbn Arabi Hazretleri bu ayeti “nurla yürüyenlerin izini sürme sırrı” olarak yorumlar. Der ki: “Nimet, sadece maddî rızık değildir. Nimet, Hakk’ın yakınlığıdır. O’nu bilmek, O’nu sevmek, O’na yaklaşmak bir nimettir. Bu yol, peygamberlerin, sıddîkların, şehitlerin ve sâlihlerin yürüdüğü yoldur. Çünkü onlar, kalbin iç kıblesine yönelmiş, nefsiyle değil nuruyla yürüyenlerdir. ‘En‘amte aleyhim’ ifadesi, yalnızca bir methiye değil, bir tercihtir. Kalp, kimden yana olacağını bu ayetle seçer.”
Ve şöyle devam eder:“‘Ğayri’l-mağdûbi aleyhim’ derken kalp kendi içindeki gazap tohumlarını da tanır. Nefsine uyan, kibriyle yol alan, bilgiyi hidayetten üstün tutan… Bunlar gazaba uğrayanların izidir. Ve ‘ed-dâllîn’ derken, kalp yoldan sapmanın sadece bilmeme değil, bilip de hissetmeme hali olduğunu idrak eder. Bu ayet, yürüyenin ayağını değil, kalbini ölçer.”
Abdülkadir Geylani Hazretleri bu ayeti, “sâdıklarla yürüme duası” olarak görür.“Ey kul,” der, “ne yaptığın kadar, kiminle yaptığın da önemlidir. Yalnız yürüme. Nefsinle yürüme. Nefs, seni ya gazaba uğratır ya da saptırır. Ama eğer kalbinin yakasını sıddîklara bağlarsan, o zaman yolun yol olur.”
O şöyle der:“Gazaba uğrayanlar, bilen ama boyun eğmeyenlerdir. Sapmışlar, isteyen ama yolu tanımayanlardır. Sen ise, bilip teslim olanlardan ol. Kalbinin yürüyüşü secde gibi olsun. Ki bu ayet senin için bir işaret, bir örtü değil; bir açılış olsun.”
İmam Gazâlî Hazretleri der ki: “Gerçek nimet, kalpte doğan bir hidayettir. Allah seni bilgiyle değil, anlayışla rızıklandırırsa, işte o zaman nimet verilmişlerdensin. Zira gazaba uğrayanlar da bilir, sapmışlar da arar. Ama biri kibirle, diğeri gafletle yürür. Sen ise hem bil, hem anla. Hem ara hem sus. Hem yürü hem bekle. Çünkü sırat, acele edenin değil; sabredenin yoludur.”
Ve ekler: “Bu ayet bir terazidir. Kendine bak: Bilgin seni Allah’a yaklaştırıyor mu? Yönelişin seni daha yumuşak mı yapıyor? Kalbin, seher vaktinde daha çok yanıyor mu? Eğer hayırsa, yolun bir yerinde seninle birlikte yürüyen bir karanlık vardır.”
İmam-ı Rabbânî Hazretleri bu ayeti “zihinsel doğruyu değil, kalbi doğruyu” isteyen bir dua olarak yorumlar. Der ki: “Gazaba uğrayanlar, ilmi mutlaklaştıranlardır. Allah’ın bilgisini kendi görüşlerine perde yapanlardır. Dâllîn ise duygularını hakikat zannedenlerdir. Onlar hisleriyle yoldan çıkarlar. Sen ise hem aklına, hem ruhuna sor. İkisi de Allah’a yöneliyorsa, yoldasın. Değilse, yürüdüğün yol olsa da, vuslat olmaz.”
Ve sonra şöyle dua eder:“Ey Allah’ım, beni kendime bile benzetme. Bana ne ilmimi ne hissimi bırak. Sadece Senin istediğin kalpte yürümemi nasip et. Çünkü en güvenli yol, Senin seçtiğin yoldur.”
Şems-i Tebrîzî, bu ayeti bir iç sezişle okur. “Bu ayet” der, “sana sorar: Sen kime benziyorsun? Sustuğunda içinden kim konuşuyor? Güldüğünde kalbin kime eğiliyor? Kıskandığında, öfkelendiğinde, kıyamadığında, kimsin sen?”
Sonra devam eder: “Eğer birine benziyorsan, bir ruhla yürüyor gibisin. Bu ayet, ruhunun kimle yürüdüğünü söyler. Sıddîklarla mısın, nefsinle mi? Çünkü kalp birine mutlaka benzeyecektir. Ya Allah’a secde etmiş bir dosta, ya da kendi arzularının gölgesinde kalmış bir nefse...”
Mevlânâ, bu ayeti bir aynaya benzetir.“Sen sırat istiyorsun ama aynaya bakmadan yürüyorsun. Bu ayet sana aynayı tutar. Gazaba uğrayanlar bilgisiyle kibirlenenlerdir. Sapmışlar, kalbine sahip çıkamayanlardır. Sen ise ne bilgine güven ne de duyguna. Secdene güven. Çünkü secde seni yere çekerken, arşa ulaştıran tek yoldur.”
Sonra şöyle der:“Bu ayet bir dua değil, bir nida. ‘Beni onlar gibi yapma’ demektir. Yani kimliğini kalıptan değil, kalpten seç. Onlara benzeme, onlarla olma, onlara karışma. Nimet verilenlerin ayak izlerine bas. Onlar ki iz bırakmaz. Sadece nur bırakır.”
Fahreddin er-Râzî Hazretleri, bu ayeti fıkıh ve kalp arasında bir köprü gibi görür. “Gazaba uğrayanlar,” der, “Allah’ın emirlerini bilen ama uygulamayanlardır. Dâllîn ise neyi aradığını bilmeden yola çıkanlardır. Sırat, bunların dışında kalmaktır. Yani istikamet, yalnız bilgi değil; irade ve ihlâstır. Yürümek yetmez, niyet gerekir.”
Ve bir ikaz verir: “Sapmak, sadece bâtıla gitmek değildir. Hakk’a eğri bir niyetle yönelmek de sapmaktır. O yüzden bu ayet, amelinden önce kalbini ölç diyen bir terazidir.”
Hallâc-ı Mansûr Hazretleri için bu ayet bir özlem çığlığıdır: “Ey Rabbim, nimet verdiklerinin izinde yürümek istiyorum, ama önce benliğimi öldür. Çünkü ben var oldukça, hep gazaba uğrayacağım. Sen var oldukça, nimet sürer. Kendimi görürsem, yol biter. Seni görürsem, yol olurum.”
O bir nida bırakır bu ayete:“Beni onlardan yap! Adımı onların listesine yaz! Ve ne olur beni yalnız bırakma. Çünkü senin olmadığın bir yolda yürümek, sonsuz kaybolmaktır.”
İmam Süyûtî Hazretleri, bu ayetin Kur’an’daki diğer ayetleri özetlediğini söyler. “Bu ayet” der, “Fatiha’nın duasının taç noktasıdır. Kimlerle olmak istiyorsun? Kimlerden kaçmak istiyorsun? Kur’an’ın tüm kıssaları bu ayette saklıdır. Firavun burada, Musa burada. Habil burada, Kabil burada. Sen nereye yazılmak istiyorsun?”
Ve sonra şunu ekler: “Her insan, hayatında birilerine benzer. Secdesi Hakk’a, kalbi nefsine olmasın. Çünkü bazen ayak kıbledeyken, kalp başka bir putun önünde eğilir. İşte bu ayet o kalbi çevirir. Der ki: ‘Yanlış yolda değilsin sadece. Yanlışlarla berabersin.’ O yüzden dua değil, yalvarıştır: ‘Beni onlarla yapma ya Rabbî.’”
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, bu ayeti “kulun kendi kaderini inşa duası” olarak görür.“Sen hangi yolda olduğunu, kimlerle yürüdüğünü bilmezsen, yürümek seni kurtarmaz. Sırat, niyetinle çizdiğin kader yoludur. Niyetin Hakk’sa, yürüyüşün de hak olur.”
Ve ekler:“Ey kul, bu ayeti her okuduğunda seçimini hatırla. Sen kiminle olmak istiyorsun? Kalbin hangi gölgeye sığınıyor? Secden hangi yüzün hatrına ıslanıyor? Eğer nimet verilenlerin izini sürmek istiyorsan, onların baktığı yere bak. Onlar hiç kendine bakmaz, hep Hakk’a bakar.”
Bu ayet, Fâtiha’nın zirvesidir. Kalbin secdeyle tamamlandığı, yönünü bulduğu, yoldaşını seçtiği andır. Bu bir dua değil artık, bir ahittir. Kiminle yürümek istediğini ilan etmektir. Kime benzemek istemediğini haykırmaktır. Kalbin, Hakk’a yazılmasıdır.
İnsan, hayatında bir gün kendini duymayı unutur. Söylediği her söz yabancı gelir. Gözleri görür ama içi görmez. Nefes alır ama yaşamaz. İşte o an, kalbinin derinliklerinden bir nida yükselir: Oku.
Ama bu okuma, dışarıdaki bir metni değil; içindeki harfleri okumaya çağrıdır. Ve ilk sure başlar. Bütün kitapları açan, bütün yolları içeriye çeviren bir sırlı dua…
Fâtiha.
Fâtiha, dış dünyayı değil; iç âlemi okur. Bu sûrede yol yoktur, sen varsın. Söz yoktur, hâl vardır. Bu sûreyle insan, içindeki harabeyi yeniden inşa etmeye başlar. Çünkü başlarken bir şeyi kabul eder: Ben değil, O’dur. Güç değil, boyun eğiştir. Bilgi değil, hissetmektir.
“Elhamdü lillahi Rabbil alemin” Bu cümle, varlığın teslimiyetidir. Kalbin en sessiz hâlinde duyulan bir teşekkür gibi akar. Bütün övgülerin, bütün güzelliklerin, her şeyin sahibi vardır. O’na ait olmayan bir an, bir kelime, bir nefes yoktur. Ve sen, hayatın boyunca herkese teşekkür etmişsindir ama şimdi ilk kez gerçeğe hamd edersin. Bu hamd, senin susuşundur. Varlığınla “Sen” deyişindir. Çünkü burada söylenen, sadece “hamd” değildir. Burada söylenen: “Senden başka hiçbir şeyi övmedim. Ve artık kimseyi övmeyeceğim.”
“Er-Rahmânir-Rahîm” Bu iki kelime, bir annenin evladına bakışı gibidir. Yargısız, koşulsuz, nedensiz bir merhametin sesi…Sen hatalarla doluyken bile affedilmeyi beklemekten utanmazsın çünkü bilirsin: O, merhameti sana öğretendir. Hayatında kaç kere merhametli olmaya çalıştın? Peki kaç kere kendine merhamet ettin? İşte bu ayet, sadece Allah’ın rahmetini anlatmaz. Sana da der ki: Kendine merhamet et. Yorgunluğunu suç sayma. Kırıldığın yerleri gizleme. Çünkü Rabbin, yalnızca merhamet eden değil; seni merhametle yeniden yoğurandır.
“Mâliki yevmiddîn” Bir duraksama gelir. Buraya kadar huzur vardı. Şimdi sorumluluk başlar. Çünkü bilirsin ki bir gün var. O gün, içindeki her yalanın sustuğu gündür. Kimseyi suçlayamayacağın, bahanenin işlemediği, sadece kalbinin sesiyle yargılanacağın bir gün. Ve o günün sahibi başkası değil, sadece O’dur.
Bu seni korkutmasın. Çünkü o gün, seni en iyi tanıyanın seni yargılayacağı gündür. Senin bile unuttuklarını O unutmaz. Senin bile bilmediklerini O bilir. Ve o gün seni cezalandırmak için değil, seni sana geri vermek için gelecektir.
“İyyake na’budu ve iyyake neste’în” İşte burada söz değişir. Artık sen konuşuyorsun. Ama nefsinle değil. Bu, içindeki saf kalbin duasıdır. “Yalnızca Sana kulluk ederiz. ”Yani yalnızca Senin önünde eğiliriz. Dünyanın önünde eğildik. İnsanların sevgisine muhtaç kaldık. Bekledik, korktuk, yorulduk. Ama şimdi, bu cümleyle birlikte diz çöküşlerimiz yön değiştiriyor. Artık eğilmek istiyorsak, bu secde içindir. Artık beklemek istiyorsak, bu Senden bir ses beklemektir.
Ve yardım…Çünkü bilirsin: Secde etmek kolaydır. Ama secdede kalmak zordur. Niyet etmek kolaydır. Ama niyetini korumak, sadece yardım ile olur. Yalnızca Senden isteriz. Çünkü başkası yardım etse de içini iyileştiremez. Çünkü başkası seni anlar gibi yapar, ama Sen gerçekten bilensin.
“İhdinâ’s-sırâtal-mustakîm” Şimdi yön belirlenir. Ama bu yol bir cadde, bir adres değildir. Bu yol, içindeki kararın adıdır. Dümdüzdür ama bazen yürürken ağlatır. Çünkü bu yol, kendi gölgene basmadan yürümek demektir. Kendi nefsinden geçerek Allah’a yürümek demektir. Eğilmeden, eğriltmeden, kıvırmadan…Dosdoğru olmak, sadece dilde değil; kalpte, niyette, duruşta…Bu yol seni dürüstlüğe değil, dirilişe götürür. Ve sen, bu yolda yürümek istemezsin aslında. Ama kalbin sana der ki: “Bu yol, seni sen olmaktan çıkaracak. Ama sonunda seni Allaha kavuşturacak.”
“Sırâta’l-lezîne en‘amte ‘aleyhim” Bir dua değil bu, bir hasrettir. Kendini değil, hakikati özlediğin andır. Sen ne olmak istediğini değil, kimlerle olmak istediğini söylersin burada. Dersin ki: “Beni onların yanına yaz. Gözleri sende olanların, geceleri sana ağlayanların, sözleriyle değil, halleriyle yürüyenlerin arasına kat beni. ”Çünkü bilirsin: Nimet, sadece ekmek değil. Nimet, kalbine inen huzurdur. Nimet, kimse görmezken senin içindeki Allah duygusudur.
“Ğayri’l-mağdûbi aleyhim ve le’d-dâllîn” Ve burada kalp titrer. Çünkü artık dua, yalnızca istemek değil; seçmektir. Der ki: “Onlar gibi olma. ”Kim onlar? Bilen ama hissetmeyenler. Anlatan ama yaşamayanlar. Doğruyu bilen ama doğru yolda olmayanlar. Yani sadece zihinle yürüyenler. Ve bir de arayan ama yönsüz olanlar. Yani sadece hisle savrulanlar.
Sen her gün bu ayeti okurken, kendini tartarsın. Ben nefsime mi benziyorum, yoksa Rabbime mi? Ben bilgiyle mi büyüyorum, yoksa tevazuyla mı küçülüyorum?
Bu ayet sana bir söz söyletir, bir secde yaptırır, bir yön çizdirir: “Allah’ım, beni kendime bırakma. Beni onlara benzetme. Beni Sana ait kıl.”
Ve Fâtiha burada biter gibi görünür. Ama aslında burada başlar.
Çünkü bu sûre, Kur’an’ın özü değil; insanın kendisidir. Her okuduğunda yeni bir şey anlamazsın. Her okuduğunda yeni bir "sen" doğar.
Bu, ömrün boyunca seni hatırlatacak bir aynadır. Yüzüne değil, kalbine gösterir seni. Ve her seferinde sana bir soru sorar: Gerçekten dönmek istiyor musun?
Kaynakça
İbn ArabiArabi, İ. (2008). Füsûsü’l-Hikem (E. Demirli, Çev.). İstanbul: Litera Yayıncılık.– Füsûs: Rahmet ve rubûbiyet sıfatlarının hakikati üzerine (s. 51-66)– Vahdetü’l-vücûd ve hidayet sırları (s. 124-132)
Arabi, İ. (2010). el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye (O. Yahya, Ed.). Beyrut: Dârü’s-Sâdır.– Cilt 1, s. 85-104: Fâtiha’nın zahir ve batın mânâları– Cilt 3, s. 210-228: Sırât kelimesinin bâtınî anlamı ve ledünnî yolculuk.
Abdülkadir Geylani
Geylânî, A. K. (2010). Fethu’r-Rabbânî ve’l-Feyzü’r-Rahmânî (H. Savaş, Çev.). İstanbul: Semerkand Yayınları.
– Ders 4: Hakk’a yalnızca O’nunla varılır (s. 47-52)
– Ders 13: Hidayet talebinin edebi (s. 138-145)
İmam Gazâlî
Gazâlî, İ. (2019). İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn (A. Faruk Meyan, Çev.). İstanbul: Litera Yayıncılık.
– Cilt 1, s. 165-183: Hamd’ın hakikati
– Cilt 4, s. 202-215: Hidayetin ruhî mertebeleri
Gazâlî, İ. (2006). Mişkâtü’l-Envar. İstanbul: İz Yayıncılık.
– s. 41-57: Nurların hiyerarşisi ve sırat-ı müstakîm
İmam-ı Rabbânî
Rabbânî, İ. (2012). Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî (A. Serdaroğlu, Çev.). İstanbul: Şamil Yayınları.
– Cilt 1, Mektup 18 (s. 82-88): Tevekkül ve sırat istikameti
– Cilt 2, Mektup 99 (s. 392-398): Hidayetin ilâhî nasibe bağlılığı
Fahreddin er-Râzî
Fahreddin er-Râzî. (2009). Tefsîru’l-Kebîr (Mefâtîhu’l-Ğayb). Beyrut: Dâru’l-Fikr.
– Cilt 1, s. 112-135: Fâtiha Suresi'nin derinlikli felsefî yorumu
– Cilt 1, s. 139-148: “İhdinâ’s-sırâtal-mustakîm” ayetinin ontolojik boyutu.
İmam Süyûtî
Süyûtî, C. D. (2015). ed-Dürrü’l-Mensûr fî Tefsîri’l-Me’sûr. Kahire: Dârü’l-Fikr.
– Cilt 1, s. 26-41: Fâtiha’nın faziletleri ve sahabe rivayetleri
– Cilt 1, s. 44-52: Hidayet ve sapma arasındaki duanın Nebevî temeli
Hallâc-ı Mansûr
Hallâc, H. (2005). Tavâsîn (A. Gölpınarlı, Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
– s. 77-91: “Sırat ve fenâ” bölümü
– s. 117-126: Hakk ile benliğin yok oluşu ve iç secde

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.




