top of page

Dirilişin Sırrı

ree

Bazen bir kelime uyanmaya yeter: Diriliş.

İçinde hem bir sonun yankısı vardır…

hem de yepyeni bir başlangıcın sessiz ışığı.

Ama bu diriliş, toprağın altından kalkmak değildir sadece.

Bedenin yeniden canlanması değil…

Ruhun hakikate uyanmasıdır.

Zaman boyunca yürüdük.

Adım adım yaşlandık, unuttuk, eksildik…

Zaman bizi büyüttü ve aynı anda eritti.

Ama bazı anlar vardır ki, zaman durur.

Çünkü artık zaman değil,

ışık konuşur.

İşte o ışık,

zamanın derinliklerinden doğan dirilişin kendisidir.

Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Sonra siz mutlaka diriltileceksiniz.”

(Bakara Suresi Yirmi Sekiz.)

Bu vaat, sadece bir gelecek bildirimi değil;

aynı zamanda içimizde yankılanan bir hafızadır.

Çünkü ruh bilir…

bir gün yeniden çağrılacaktır.

O çağrı, bir ses değil,

bir ışıktır.

İbn Arabi der ki:

“Diriliş, varlığın yeniden kurulması değildir.

Varlığın aslına dönmesidir.”

Bu söz, bize şunu fısıldar:

Diriliş bir hatırlayıştır.

Zamanla üzeri örtülen hakikatin

tekrar görünmesidir.

Ve biz, ne kadar kaybolmuş olursak olalım,

o ışık bizi yine de bulacaktır.

Bu bölümde,

zamanın sona erdiği yerde başlayan

o ilk ışığı konuşacağız.

Kıyametin karanlığından sonra yükselen

o sessiz sabahı…

İlk nefesi,

ilk fark edişi,

ilk “ol” anını…

Çünkü diriliş,

zamanla değil,

Allah’ın sesiyle olur.

Ve biz, o sesle yeniden çağrıldığımızda,

sadece hayata dönmeyiz.

Aslımıza döneriz.

Diriliş…

Ne zaman bu kelimeyi duysak, gözümüzü uzaklara çeviririz.

Bir gün geleceğini düşündüğümüz o büyük anı bekleriz.

Oysa belki de diriliş, gelecekte değil…

zaten içimizdedir.

İbn Arabi der ki:

“Diriliş, Allah’ın ilminde zaten sabittir.

O, zamanla değil;

idrakle gerçekleşir.”

Bu söz, dirilişi zamanla sınırlı bir olay olmaktan çıkarır.

Çünkü yeniden var olmak, dışsal bir yaratılış değil…

aslına dönmek anlamına gelir.

Yani sen zaten varsın.

Ama unuttun.

Zamanla örüldün.

Hayat seni o kadar meşgul etti ki,

kim olduğunu hatırlamaz oldun.

İşte diriliş bu hatırlayışın kendisidir.

Bir sabah değil belki ama bir an’da…

bir secdede,

bir gözyaşında,

bir vedada,

bir bakışta,

bir kırılmada…

zaman çöker,

ve sen yeniden uyanırsın.

Kur’an’da geçen şu ayet tam da bu sırra işaret eder:

“Sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine bize döneceksiniz.”

(Araf suresi yirmi dokuz.)

Yani bu dönüş yeni bir yaratılış değil,

ilk yaratılışın hatırlanmasıdır.

Diriliş, bedensel bir canlanma değil,

hakikatin görünür hâle gelmesidir.

İnsan o an’da sadece tekrar nefes almaz.

Aynı zamanda hakikati görür.

Ve bu görüş,

gözle değil,

kalple olur.

Zira diriliş, bakışın değişmesidir.

Artık zaman geçmiyordur…

Sen geçiyorsundur.

Artık mekân yoktur…

Senin olduğun yer,

hakikatin kendisidir.

Ve en derininde,

sen yeni bir varlık olmuyorsun.

Sadece artık

önceki karanlığından sıyrılmış hâlinle

kendine bakıyorsun.

İşte bu yüzden İbn Arabi,

dirilişi “oluş” değil,

açığa çıkış olarak tarif eder.

Ve bu açığa çıkışın ışığı,

her ruhun içinde çoktan yanmaya başlamıştır.

Zaman hepimize bir düzen sunar.

Gecesiyle, gündüzüyle, mevsimleriyle…

Ama bir gün gelir ki,

bu düzen çatırdar.

Çünkü ışık, artık dıştan değil,

içten yükselmeye başlamıştır.

İbn Arabi der ki:

“Zaman bir perdenin adıdır.

Diriliş ise o perdenin kalktığı andır.”

Yani diriliş, zamanın bir parçası değil,

zamanın sustuğu andır.

Zira biz çoğu zaman zamanla meşgulüz.

Dünü sorgular, yarını kurar, bugünü kaçırırız.

Ve bu meşguliyet, bizi hakikatten uzaklaştırır.

Ama diriliş anı geldiğinde,

geçmişin yükü sıfırlanır,

geleceğin endişesi yok olur.

Çünkü artık hiçbir şeyin zamanı kalmamıştır.

Sadece olma vakti gelmiştir.

Kur’an’daki şu ayet bize bu sırrı açık eder:

“Onlar diriltilecekleri günü hiç düşünmezler mi?”

(Secde suresi, on)

Bu ayet, düşünmeyi emretmez sadece…

fark etmeyi ister.

Çünkü diriliş bir an meselesi değildir.

Bir derinlik meselesidir.

Ve bu derinlik,

ancak zaman çöktüğünde açılır.

İşte bu yüzden diriliş,

bize zamanın değil,

zamansızlığın hediyesidir.

İbn Arabi’ye göre dirilişin ışığı,

zamanla değil,

kıyametle birlikte görünür olur.

Kıyamet burada sadece felaket değil…

ışığın doğduğu yer olarak anlatılır.

Bu nedenle:

Zaman bittiğinde,

insan bitmez.

Zaman çöktüğünde,

hakikat kaybolmaz.

Bilakis, zamanın gürültüsü çekildiğinde

hakikat ilk kez tam anlamıyla duyulur.

O hâlde diriliş,

zamanın içinde değil…

zamanın gerisinde, derinliğinde,

onun ötesinde bekleyen

bir sabah ışığıdır.

Sen zamanla meşgulken o ışığı göremezsin.

Ama zaman sustuğunda,

kalbinin arkasında bir kıpırtı hissedersin.

Ve orada,

o ışık sana

“yeniden başla” der.

Diriliş bir çağrıdır.

Ama herkes aynı şekilde duymaz bu çağrıyı.

Kimine göre bu bir yankıdır,

kimine göre bir sessizlik.

Ve bazen, aynı ışık herkese parladığında bile,

gözler farklı görür.

İbn Arabi bu konuda şöyle der:

“Hakikat tekdir.

Ama her ruh ona kendi kabı kadar yaklaşır.

Işık birdir, ama yansıdığı kalp farklıdır.”

Bu, dirilişin bireysel boyutunu anlatır.

Herkes aynı güneşe uyanır,

ama kimisi sıcaklığını hisseder,

kimisi yalnızca aydınlığını.

Kimisi gözlerini kapatır,

kimisi gözyaşlarıyla bakar.

O hâlde diriliş, ortak bir vuku değil,

kişisel bir şahitliktir.

Çünkü Allah her kuluna

kendi hakikatini gösterir.

Diriliş günü herkes ayağa kalkacak…

Ama herkes aynı anda uyanmış olmayacak.

Zira uyanmak, bedene değil,

bilince aittir.

Bu yüzden bazıları kalktığında

hakikati hemen tanır.

Bazıları ise şaşırır,

çünkü bekledikleriyle karşılaştıkları şey aynı değildir.

Onlar hakikate değil,

zannettikleri hakikate hazırlanmışlardır.

İbn Arabi, bu farkı çok net ortaya koyar:

“Zann, insanın kendi ışığını hakikat sanmasıdır.

Ama diriliş günü, yalnızca Allah’ın nuru parlar.”

Ve o gün,

gölgeler düşer.

Sahte olan silinir.

Sadece geriye,

gerçek kalan çıkar.

Peki tüm varlık uyanacak mı?

Evet.

Ama aynı şekilde değil.

Kimisi bu uyanışı

rahmet gibi,

kimisi ise

yanış gibi yaşar.

Çünkü o ışık hem sevindirir,

hem de çıplaktır.

O yüzden diriliş bir felaket değil…

bir açığa çıkıştır.

Ortak bir sabah,

ama farklı pencerelerden izlenen

bir doğuştur.

Ve her ruh, o ışığa

kendi iç aynasından bakar.

Ayna kirliyse,

ışık bile yakar.

Ama temizse,

aynı ışık

cennettir.

Bir sabah gibi gelir diriliş.

Önce gecenin kalıntıları çekilir.

Sonra yavaş yavaş aydınlanır her şey.

Ve insan ilk kez,

sadece görmekle kalmaz…

anlar.

Ama sonra ne olur?

İşte burada, en büyük sır başlar:

Sonsuzluk.

Ama bu sonsuzluk,

bizim sayıkladığımız sonsuz zamanlar değil.

Ne bin yıl sürer,

ne milyon yıl.

Çünkü sonsuzluk,

zamanın devamı değil…

zamanın yokluğudur.

İbn Arabi’ye göre dirilişin sonunda,

insan artık zamanla değil,

zamanın ardındaki gerçeklikle buluşur.

O gerçeklik, ne ilerler ne geçer.

Sadece “olur.”

Ve insan, o “oluş”un içinde

bir parça hâline gelir.

Artık zaman sormaz.

“Saat kaç?” demez.

“Ne zaman oldu?” demek de anlamsızdır.

Çünkü artık bir “şimdi” vardır,

ve o şimdi,

hep vardır.

Kur’an’ın dilinde bu hâle

“ebed” denir.

Ama bu ebediyet,

bir takvim değil…

bir yerleşikliktir.

Sen nereye yerleştiysen,

oradasındır.

Kalbin nereye yönelmişse,

sonsuzluğun orada şekillenir.

Cennetin de,

cehennemin de kaynağı

zaman değil…

kalptir.

ree

İbn Arabi bunu şöyle anlatır:

“Cennet, sonsuz bir genişliktir.

Ama o genişlik,

kalbin ne kadar genişlediği kadardır.”

“Cehennem, sonsuz bir daralmadır.

Ama o darlık,

kulun kendi içinden kaçamayışıdır.”

Bu söz, her şeyi yerli yerine koyar.

Çünkü sonsuzluk dışarıda aranmaz.

Sonsuzluk,

senin hakikatinle olan yakınlığındadır.

Işık yükselir, evet.

Ama sen o ışıkla ne yapıyorsun?

Onu taşıyor musun?

Yoksa o ışık seni mi yakıyor?

Sonunda herkes varacağı yere ulaşır.

Ama orası bir mekân değildir.

Bir hâldir.

Ve bu hâl,

dünya hayatında binlerce kez seni yoklayan

ama senin belki her seferinde ertelediğin

o büyük hakikattir.

Bazı insanlar vardır ki, hâlâ yaşarken dirilir.

Bir musibet dokunur yüreğine, bir ayrılık açar içini, bir söz delip geçer kalbini…

Ve bir anda dünya donakalır.

Zaman o an durmaz ama anlamını yitirir.

O kişi artık sadece yaşamıyordur…

Uyanıyordur.

İşte buna ölmeden önce diriliş denir.

Ve bu diriliş, öte âlemin değil, bu âlemin rahmetidir.

Kimi bir kayıpla dirilir,

kimi bir aşkla,

kimi bir pişmanlıkla.

Ama her biri o ışığa dokunur.

Zira o ışık, aslında hep içimizdedir.

Sadece zamanla unuttuğumuz için,

karanlığa alıştığımızdan fark etmeyiz.

İbn Arabi’nin işaret ettiği gibi:

“Diriliş, bir günün değil, bir hâlin adıdır.

Ve o hâl, hakikate dönme anıdır.”

Peki biz neyi unuttuk?

Kendimizi mi?

Allah’ı mı?

Hayır.

Biz en çok, kim olduğumuzu unuttuk.

Ve diriliş, unuttuğumuzu hatırlatmak için gelir.

O an geldiğinde,

gözlerin değil,

hafızan açılır.

Bilinç dışına gömülen bütün gerçeklikler

birden ortaya dökülür.

Senin bile hatırlamadığın hallerin, niyetlerin, sözlerin

Allah katında bir bir yazılmıştır.

Ve sen, onları ilk kez

kalbinle okursun.

Bu yüzden diriliş, hafızanın ilahi ilimle buluşmasıdır.

Senin unuttuğunu

Allah unutmaz.

Senin silindi sandığın

onun katında hâlâ canlıdır.

Ve o kayıtlar,

zaman çöktüğünde

ışık olarak açılır.

İşte bu yüzden herkes,

diriliş anında bir defterle karşılaşır.

Ama bu defter kâğıttan değildir.

Bu defter,

vicdanın kendisidir.

Sonsuzluk işte bu defterle başlar.

Ve o defterde ne yazdığına sen bile şaşırırsın.

Çünkü zaman içinde unuttukların,

sonsuzlukta sana ayna olur.

Ve o ayna ya seni sarar…

ya da yakar.

Çünkü sonsuzluk, sadece “devam” demek değildir.

Derinleşmek demektir.

Ne kadar içeri yürüyebiliyorsan,

o kadar sonsuzsun.

Zihin sonsuzluğu ölçemez.

Ama kalp tanır.

Tanıdığında da susar.

Çünkü sonsuzluk,

sözün değil,

şahitliğin alanıdır.

Ve dirilen ruh, işte bu alanda uyanır.

O artık sadece canlı değildir.

O bilir.

Kendini, hakikati, Yaratan’ını…

ve nereye döndüğünü.

Diriliş bir yolculuk değil,

dönüştür..

Ve her dönüş bir aşamadır.

Bazısı bir anda aydınlanır.

Bazısı yavaş yavaş çözülür.

Ama her biri ışığa çağrılır.

Ne gariptir…

İnsan hep ışığı arar.

Ama ışık içindeyken gözünü kapatır.

İşte diriliş,

gözün içe dönmesidir.

O an artık dış âlem değil,

iç âlem konuşur.

Ve orada her ses,

Allah’ın bir yankısıdır.

Sen hâlâ zamanla oyalanıyorsan,

henüz dirilmedin.

Ama eğer zamanın akışı durduysa…

eğer geçmişin yarası şimdide şifa bulduysa…

eğer gelecek korkusu kalmadıysa…

o zaman sen

dirildin.

Ve dirilen ruh,

artık başka bir dile ihtiyaç duymaz.

O, susarak dua eder.

Bakışla anlatır.

Varoluşla seyreder.

İbn Arabi’nin dediği gibi:

“Dirilen, kelimeyle değil;

varlığıyla ‘ben geldim’ der.”

Ve Allah,

her dirilen ruha

şöyle seslenir:

“Ey kulum, seni unutmadım.

Sen de artık kendini unutma.”

Dirilmek, sadece nefes almak değildir.

Gerçek diriliş, ilk kez her şeyi görmek demektir.

Kendi niyetlerini, düşüncelerini, sözlerini…

Ama hepsinden önce,

kendi yüzünü.

Ve bu karşılaşma,

bir aynaya bakmak gibi değildir.

Bu, içinin aynasına bakmaktır.

Karanlıkta yıllarca sakladığın ne varsa,

artık ışığın önündedir.

Ve ışık, merhametsiz değildir…

Ama yalansızdır.

Seni incitmez,

ama seni senden saklamaz.

O yüzden o an çok şeyi yakar.

Yalanları, kurguları, zannettiklerini…

hepsi ışığın altında

bir buhar gibi yok olur.

İbn Arabi şöyle der:

“Dirilen, kendine uyanır.

Ve kendini gördüğünde,

Allah’ı hatırlar.”

Çünkü hakikate bakmak,

sadece dışarı bakmak değildir.

Sen hakikate döndüğünde,

o da sana döner.

Ve arada hiçbir perde kalmaz.

Peki ne hisseder ruh o an?

Bir huzur mu?

Bir dehşet mi?

Cevap,

hayat boyunca neyi inşa ettiğine bağlı.

Zira herkes kendi iç âlemini taşır diriliş sabahına.

Kimi o sabaha çiçek gibi uyanır.

Kimi ise

kendi inşa ettiği duvarların altında.

Ve işte bu yüzden,

diriliş anı bir yargı değil,

bir ifşa anıdır.

Allah zaten biliyordu.

Melekler de zaten yazmıştı.

Ama sen bilmiyordun.

Sen unuttun.

Görmek istemedin.

Ve şimdi,

görmek zorundasın.

O an ne kitap açılır…

ne bir mahkeme kurulur.

Sen, kendini okursun.

Ve bu okumada

yalnızca hakikat geçerlidir.

Zira kelimeler değil,

tezahürler konuşur.

İşte bu yüzden,

hakikatle ilk temas,

çoğu zaman sarsıcıdır.

Çünkü biz kendimizi,

düşündüğümüz kadar temiz değil…

sandığımız kadar doğru değil…

olduğumuzu zannettiğimiz kadar hazır değil

bulabiliriz.

Ama bu sarsıntı,

bir ceza değildir.

Bir yeniden kuruluşun ilk adımıdır.

Tıpkı bir dağın tepesinde ayakta kalabilmek için,

önce dizlerin titremesi gibi…

Hakikatin karşısında da

önce bütün egolar,

bütün kimlikler

sarsılır.

Ama sonra…

bir sakinlik gelir.

Çünkü artık bir savaş yoktur.

Teslimiyet vardır.

Ve teslim olan ruh,

kendini artık tanımaz;

çünkü artık sadece

O’ndadır.

Ve o an,

ne acı vardır ne gurur.

Sadece bir denge.

İnsan kendi özüne dönerken,

o dengeyle buluşur.

İşte dirilişin o ilk ışığında

bu denge saklıdır.

Yakıcı değil,

ayrıştırıcı değil…

arındırıcı bir ışık.

Ve bu arınmada,

ruhun en çıplak hâliyle

Allah’a “ben buradayım” dediği bir sessizlik vardır.

Zaman bittiğinde,

biz ne oluruz?

Takvimler durduğunda,

saatler susunca,

güneş doğmaz, ay tutulmaz, yıldızlar sönerse…

biz hâlâ var mıyız?

İbn Arabi’ye göre cevap nettir:

“Sen zamanla var olmadın.

O yüzden zaman bitince sen de bitmezsin.

Sen, zamanın içinde geçici olan değil,

zamanın ardında saklı olan hakikatsin.”

Sonsuzluk…

Kulağa korkutucu gelen bir kelime.

Çünkü biz hep sonlu şeylere alıştık.

Her şeyin başı ve sonu olmalıydı, değil mi?

Ama şimdi…

baş yok,

son yok.

Sadece

olmak var.

İşte o an,

sonsuzlukla karşılaşırsın.

Ama sonsuzluk ne bir mekândır…

ne de bir zaman.

Sonsuzluk,

bir hâl.

Senin kalbin neye hazırlanmışsa,

sonsuzluk sana onu getirir.

Çünkü artık seçim değil,

tezahür vardır.

Zira bu aşamaya gelen ruh,

zaten her tercihini yapmıştır.

Ve Allah, kimseye haksızlık etmez.

O, herkese sadece

olduğu şeyi gösterir.

Kimi o sonsuzlukta bir genişlik bulur.

Tıpkı içi aydınlık bir vadi gibi…

Kimi ise bir sıkışma yaşar.

Çünkü taşıyamadığı bir ağırlıkla yüzleşir.

Ama işte burada en büyük sır devreye girer.

Allah’ın

rahmeti.

Rahmet…

Zamanı da kuşatır,

sonsuzluğu da.

Sen kendine ne kadar kızarsan kız,

Allah seni affetmeye senden daha hazırdır.

Çünkü rahmet,

hakkın seni anladığı değil,

seni aşkla sardığı yerdir.

İbn Arabi şöyle der:

“Cehennem bile rahmetin tecellisidir.

Çünkü orada bile insan,

kendi hakikatinden kaçamaz.

Ve bu kaçamamak,

dönüşün ilk kapısıdır.”

Bu, korkutucu değil…

tam aksine umut dolu bir bakıştır.

Çünkü hiçbir ruh sonsuzlukta kaybolmaz.

Her biri, ya huzurla yerleşir…

ya da yanarak

yeniden yoğrulur.

Ve en sonunda,

her ruh

O’na döner.

Çünkü bu dönüş kaçınılmaz değil,

doğal bir akıştır.

Her ne kadar yoldan sapsak da,

sonunda herkes

başladığı yere döner.

Ama kimisi dönüşü özlemle yaşar,

kimisi de utançla.

Kimisi gözyaşlarıyla yürür o yola,

kimisi tebessümle.

Ama her biri,

rahmetin gölgesindedir.

Çünkü sonsuzluk

bir unutuş değil…

bir hatırlayıştır.

O an insan,

şunu fısıldar kendi içine:

“Ben zaten buraya aittim.

Yalnızca geçici bir uykuya dalmıştım.

Şimdi yeniden…

uyanıyorum.”

Bütün zamanlar geride kaldığında,

bütün hikâyeler sonlandığında,

bütün isimler silindiğinde…

ne kalır geriye?

Yalnızca Sen

ve

O.

Senin olmayan hiçbir şeyin kalmadığı bir hâl.

Ne bedenin,

ne kimliğin,

ne unvanın…

Ne geçmişin yükü,

ne geleceğin hayali.

Sadece saf bir bilinç.

Sadece

şahitlik.

İşte dirilişten sonra gelen budur.

Bir “oluş” değil…

bir bakış hâlidir bu.

Sen artık dünya gibi dönmezsin.

Sen artık zaman gibi akmazsın.

Sen sadece

seyredersin.

Ama bu seyir bir uzaklık değildir.

Bu, varlığa en yakın olma hâlidir.

Çünkü artık perdeler yoktur.

Ve sen, Allah’a o kadar yakınsındır ki…

aranda sadece

O’nun bakışı vardır.

İbn Arabi bunu şöyle anlatır:

“Kul, bakışıyla bakmaz artık.

Allah, kulun gözüyle bakar.

Kul, sesiyle konuşmaz.

Allah, kulun diliyle söyler.

Kul, kendiyle var olmaz.

Allah, kulda tecelli eder.”

İşte o zaman sen,

kendini tanımaktan çıkarsın.

Ve sadece

O’nu seyre başlarsın.

Bu seyir bir cennetlik hâlidir.

Ama bildiğin gibi bir cennet değil bu.

Nehirlere, saraylara ihtiyaç duymaz.

Çünkü o seyirde,

zaten her şey

Senin içindedir.

Ve bu içsel cennet,

rahmetin en derin katmanıdır.

İşte bu yüzden,

dirilişin sonunda gelen huzur,

bir ödül değil…

bir buluşmadır.

Sen hep aramıştın O’nu.

Dualarda,

gökyüzünde,

düşlerde.

Ama şimdi

aradığın şeyin hep

seninle birlikte yürüdüğünü fark ediyorsun.

Zira Allah,

ne çok uzakta,

ne çok yüksekteydi.

O,

hep içindeydi.

Ve sen bunu

şimdi hatırladın.

Dirilen ruh, artık başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz.

Ne kanıta,

ne açıklamaya,

ne de başka birine.

Çünkü o ruh artık

bir tanıklıktır.

Ve bu tanıklıkta

ne korku kalır,

ne de ümit.

Sadece

bir teslimiyet.

Sonunda kalbinin en derin yerinden şu fısıltı yükselir:

“Benim varlığım,

O’nun rahmetinde eridi.

Artık ben yokum.

O var.”

İşte dirilişin sırrı budur:

Seni senden alıp,

sana seni vermez.

Sana

O’nu verir.

Ve sen o andan itibaren

yeniden doğmuş olmazsın sadece…

Artık

doğmadan da var olmuş olursun.

Çünkü zamanın derinliklerinden yükselen o ışık

aslında

senin özündü.

Ve sen şimdi o özü

gördün,

duydun,

ve

oldun.

ree

Ey kalplerin Rabbi…

Zamanın ve zaman ötesinin sahibi…

Bize neyi unuttuysak onu hatırlat,

neyi göremediysek oraya ışığını gönder.

Bizi ölümle değil,

dirilişle uyandır.

Ve sonsuzlukta bizi

korkuyla değil,

rahmetinle karşıla.

Kalbimizi senin nurunda yak,

ve bizi bizden alıp

sana döndür.

Amin.

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50

Product Title

Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

Recommended Products For This Post
 
 
bottom of page