Aşkın Zamanla Sınandığı An
- Sesli Terapi

- 17 Haz
- 13 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 20 Haz

Zaman, akıp giden bir nehir gibi görünse de hakikatte ruhun aşkı tanımak için uğradığı bir aynadır. Her sabah yeniden başlar, her gece bir ayrılıkla biter. Ama içimizde bir şey vardır ki, ne sabahla başlar ne geceyle biter: Aşk. Ve İbn Arabi’ye göre, bu aşk yalnızca insana ait değildir; bizzat Hakk’ın kendi sırrıdır.
“Ben gizli bir hazineydim,” der hadis-i kudsîde Rabbimiz, “bilinmeyi sevdim, mahlûkâtı yarattım.” İşte bu sevgi, varoluşun özüdür. Zaman ise, bu sevginin hikâyesini yazmak için yaratılmış bir satıhtır. Her an, her nefes, her kavuşma ve ayrılık... Hepsi, aşkın zaman içindeki tezahürüdür.
İbn Arabi, ilahi aşkı yalnızca bir duygu olarak görmez. Ona göre aşk, varlığın en temel güdüsüdür. Aşk olmasaydı, hiçbir şey meydana gelmezdi. Çünkü varlık, sevgiden doğmuştur ve yine sevgiye dönecektir. Zaman, bu dönüşün izdüşümüdür.
Peki aşk zamana mı bağlıdır? Yoksa aşk, zamanı da içine alıp dönüştüren daha yüce bir sır mıdır? İbn Arabi bu soruya cevabını, hem eserlerinde hem de şiirlerinde vermiştir. “Aşkların Tercümanı” anlamına gelen Tarjumân al-Aşwâq adlı eserinde, aşkla yanan bir ruhun zamana sığmayan arayışını dile getirir. Her mısra bir özlem, her kelime bir vuslat arzusu...
Ve bizler, bu dünyada zamanın kırılgan aynasında kendi yüzümüzü ararken, belki de en çok bu aşkın izini sürüyoruz. Bir bakışta, bir seste, bir düşte… Zaman, âşığın sabrını imtihan ederken; aşk, zamanın sınırlarını zorlayarak ebediyete ulaşmak ister.
Bu bölümde, aşkın zaman içindeki yolculuğunu; İbn Arabi’nin aşk ve zaman metafiziğini; kâinatın yaratılışından bugüne uzanan ilahi aşkın izlerini süreceğiz. Aşk nedir? Zamanla nasıl yoğrulur? Ayrılıklar ve kavuşmalar içinde hangi sır gizlidir? Ve en önemlisi, “El-Mahbûb” olan Allah ile “el-Âşık” olan kul arasında geçen bu ezelî hikâyenin hakikati nedir?
Kalbini bu sorulara aç. Çünkü bu yolculuk, kalple başlar; zamanla değil. Hazırsan, gel şimdi İlahi Aşkın izini sürmeye başlayalım…
İlahi Aşk Nedir? Aşk Zamana mı Bağlıdır, Yoksa Zamandan mı Üstündür?
Aşk… Sadece bir his değil, bir varlık sebebidir. İbn Arabi’ye göre aşk, bütün varoluşun anahtarıdır. Ona göre aşk, Allah’ın sıfatlarından biri değil; Zât’ının bizzat kendisidir. Çünkü aşk olmasaydı, yaratılış da olmazdı. Sevgi, varlığa can veren ilk nefes gibidir. Varlık âlemi, bu sevginin izdüşümü olarak zaman içine serpilmiştir.
Ama aşk, sadece başlangıçta bir kıvılcım değil; devamlı bir ateştir. Ve bu ateş zamanla ya harlanır, ya da küllenir. Peki aşk zamanla mı sınırlıdır? Yoksa aşk zamanı da aşan, onu kuşatan bir hakikat midir?
İbn Arabi, bu soruya cevabı çok açık verir: Aşk zamanın içinde görünür ama zamanla sınırlı değildir. Çünkü aşkın kökü ezelîdir. Ezelde başlayan bir yakınlık hâlidir bu. “Kâlû Belâ”da verilen bir söz, zamanın içinde defalarca yankılanır. Bu yüzden aşk, görünüşte bir karşılaşma gibi görünse de hakikatte bir hatırlayıştır.
İlahi aşk, zamana düşen bir gölge gibidir. İnsan, birine âşık olduğunda ya da Allah’a derin bir muhabbet hissettiğinde, aslında kendi ezelî hakikatini hatırlar. Zamanın içindeki aşk, ezeldeki sevgiyi uyandırır. Ve işte tam burada, İbn Arabi’nin eşsiz anlayışı devreye girer: “Zaman, aşkı taşır ama aşk zamanı taşır.” Yani aşk, zamanı hem şekillendirir hem de ona anlam kazandırır.
Zamanın ilerleyişiyle aşk, farklı hâllere bürünür. Bekleyiş olur, özlem olur, vuslat olur, hicran olur. Ama bütün bu dönüşümler, aşkın zayıflığı değil; onun sonsuzluğunun göstergesidir. Çünkü aşk, kalıplara sığmaz. Sadece vuslatta değil; ayrılıkta da aşk vardır. Hicran bile, sevgilinin varlığına dair bir işarettir.
İbn Arabi’nin felsefesinde, aşk zamanla gelişen bir süreç değil; zamanın ta kendisini anlamlandıran bir cevherdir. Eğer aşk olmasaydı, zaman anlamsız bir akıştan ibaret olurdu. Ama aşk sayesinde zaman, anlam kazanır. Çünkü her an, sevgiliyi bulma ümidiyle doludur.
İbn Arabi, “el-Mahbûb” (sevilen) ve “el-Âşık” (aşık olan) kavramlarını sıklıkla kullanır. Ve bu iki kavram arasında kurduğu bağ, zamanın nasıl aşk tarafından kuşatıldığını gösterir. Sevilen, bazen saklanır, bazen görünür olur. Âşık ise sabreder, arar, yanar, bekler… Bu süreç, zamanın akışı içinde yaşanır ama sadece dünyevi değildir. Her ân, ezelî bir yankı taşır.
Şöyle der büyük şeyh:
“Aşık ile maşuk arasındaki ilişki, varlığın en eski bağıdır. Zaman onu ayırmaz, ancak görünür kılar.”
Aşkı zamana sabitlemek, onun sonsuzluğunu göz ardı etmektir. Tersine, zamanı aşkla eritmek gerekir. Yani zamanın içinde yaşanan her deneyimi, aşkın aynasında okumak... Bir bakışı, bir susuşu, bir ayrılığı ya da vuslatı, aşkın daha derin katmanlarına açılan bir kapı gibi görmek...
İşte bu yüzden İbn Arabi’ye göre en büyük âşık, Allah’tır. O hem seven hem sevilen hem de sevginin kendisidir. Varlığı aşk yaratmıştır. Bu yüzden aşk, varlığın çekirdeğidir. Ve zaman, bu çekirdeğin etrafında döner.
Zaman geçer, insanlar değişir, duygular soluklaşır. Ama aşk, zamana karşı dimdik duran bir hakikattir. Onu kaybettiğini sandığında bile aslında daha derin bir hâline çağrılırsın. Aşkın sabrı zamanı yoğurur, aşkın ateşi zamanı yakar.
Ve eğer bir insan, zamanın içinde aşkı gerçekten yaşarsa… O kişi artık zamana tabi değildir. Zaman, o kişinin ruhunda kıvrılıp yeni bir anlam bulur. Bu, “Zamanı aşkla eritmek”tir. Zamanda yaşanan her anı, ezelî bir vuslata dönüştürmek...

İbn Arabi’nin “el-Mahbûb” ve “el-Âşık” Tanımıyla İlahi Aşkın Ontolojisi
İbn Arabi’nin düşünce evreninde “el-Mahbûb” – yani sevilen – ile “el-Âşık” – yani âşık olan – arasındaki ilişki, sıradan bir duygusal bağdan çok öte, varlık ile Varlık Sahibi arasındaki ezelî alışverişin kalbidir. Bu ilişki, aşkın sadece bir hissiyat değil; bir ontoloji, yani varlık düzeni olduğunu gösterir. Çünkü İbn Arabi’ye göre her varlık, sevgilisine yönelmiş bir aşktır.
Aşk, burada sadece bir arzu veya mecaz değil, hakkın hakkıdır. Allah’ın zatına yönelik bir bilme, tanıma, aynada kendi cemalini görme arzusudur. Bu yüzden İbn Arabi, Allah’ı hem sevilen (el-Mahbûb) olarak tanımlar, hem de bizzat seven (el-Âşık) olarak. Bu ikilik, aslında teklikten doğar. Çünkü O’ndan başka hiçbir hakiki varlık yoktur. Seven de O’dur, sevilen de O. Ve aşk, O’nun zatında tecelli eden bir sıfat değil, Zat’ın kendisidir.
Bu anlayışa göre, biz insanlar – ve tüm varlık – O’nun aşkının yansımasıyız. Bizim sevgimiz, O’nun sevilme isteğinin yankısıdır. Yani biz aşık olduğumuzu zannederken, aslında ezelde verilmiş bir sevgi sözünü tekrarlarız. Kalû Belâ’da, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet” diyerek cevap verdiğimizde, sadece bir iman değil, bir aşk ahdi verdik.
İbn Arabi bu sırra şöyle yaklaşır:
“Allah mahlûkâtı, onların sevgisiyle kendini görsün diye yarattı. Âlem, O’nun aynasıdır. Ve her âşık, O aynadaki yansımayı sever.”
Dolayısıyla aşk, yaratılmışın Yaradan’a bakışı değil yalnızca; Yaradan’ın kendi yansımasına olan hayranlığıdır. Bu öyle bir sevgidir ki, zamanın öncesinde başlar ve sonrasında da devam eder. Ezelde verilmiş bir sözdür; ebede kadar yankılanır. Bu yüzden İbn Arabi için ilahi aşk zamandan üstün olduğu kadar zamanı da var eden bir hakikattir.
“el-Mahbûb”, yani sevilen Allah’tır. Ama bu sevgililik pasif bir konum değildir. Çünkü Allah, kendini sevdirmek ister. Ve bu istek, yaratılışı doğurur. Bu yüzden evrendeki her şey, O’nun sevilmeye layık güzelliğinin bir yansımasıdır. Bu güzelliği gören âşık, aslında Allah’ı tanımaya başlar.
“el-Âşık” ise yaratılmıştır. İnsan, özellikle bu rolün merkezindedir. Çünkü kalbi sevgiyle dolabilecek yegâne varlıktır. Kalp, Allah’ın nazar kıldığı yerdir. Ve kalpte aşk doğduğunda, insan hakikate yaklaşır.
İbn Arabi, bu durumu Füsûsü’l-Hikem'de şöyle açıklar:
“Âşık olan kul, sevgilisinde aslında Rabbinin cemalini görür. Sevgi, onu görünene değil, görünende gizlenen Hakikate taşır.”
Buradaki incelik şudur: Âşık sevgiliye aşık değildir; sevgilide tecelli eden hakikate aşıktır. Bu yüzden ilahi aşkın bütün serüveni, zamanın içinde görünür olsa da zamanla sınırlı değildir. Âşık, zaman içinde olgunlaşır; sevgi hicranla derinleşir, vuslatla tamamlanmaz; çünkü vuslat, yeni bir hicranın kapısıdır. Hakikat, hiçbir zaman bütünüyle kuşatılmaz. Ve aşk da asla tamamlanmaz. Tamamlanmaması, onun sonsuzluğudur.
İbn Arabi’ye göre bu tamamlanmazlık hali, aşkın en büyük sırrıdır. Çünkü sevgili, her kavuşmada yeni bir surette görünür. Bu da âşığın her seferinde yeniden yanmasına sebep olur. “Aşk”, böylece daima diri kalır. Ve bu da zamanın ruhudur.
İşte aşkın ontolojik değeri burada gizlidir: Aşk varlıktır. Varlık da aşkın tezahürüdür. Zaman, bu aşkın akışına hizmet eden bir nehir gibidir. Âşık bu nehirde yıkanır, temizlenir, değişir, dönüşür. Ama sevgili, her zaman çağlayanların ötesindedir.
Son olarak, İbn Arabi'nin çok az kişinin fark ettiği bir remzi vardır: Âşık ve Mahbûb arasındaki çizgi, aslında bir aynadır. İnsan Rabbini severken kendini tanır; Rabbi ise kuluna baktığında kendi güzelliğini temaşa eder. Bu yüzden aşk, sadece bir bağ değil, bir tecellidir. Ayna kırılır, görüntü dağılır, ama hakikat kaybolmaz. Çünkü hakikat ne zamana muhtaçtır, ne mekâna.
Zamanda Yaşanan Aşkın Ezelî Kökü: Kalû Belâ'nın Yankısı
Bir gün değil, bir ân değil; ezelde atılmış bir bakış… Ruhun duyduğu ilk ses, ilk çağrı…
İbn Arabi’ye göre her insanın kalbinde yankılanan aşk, aslında zamanın bir noktasında başlayan bir şey değildir. O aşk, Kalû Belâ'da verilen sözle başlar. O söz, yalnızca bir itaat beyanı değil; bir aşk yeminidir.
Kur’an’da A’râf Suresi 172. ayette şöyle buyrulur:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
Onlar da şöyle cevap verdiler: “Evet! Şahitlik ederiz.”
Bu ayet, varlığın zaman öncesi bir sahnesine işaret eder. Ruhların henüz bedene bürünmediği, cisimlerin yaratılmadığı bir vakitte… Orada, ruh Rabbini tanımış ve bir sadakat yemini vermiştir. İbn Arabi bu ana “ezelî vuslat” adını verir. Bu vuslat, daha sonra yaşanacak bütün ayrılıkların, özlemlerin ve kavuşma arzularının kaynağıdır.
Zamanın içinde yaşadığımız her aşk, bu ezelî hatıranın bir yankısıdır. Bir insana âşık oluruz, bir şiire tutuluruz, bir bakışta yanarız… Ama aslında bu sevgi, o ilk tanımanın gölgesidir. Sevdiğimiz, hakikatte Allah’ın bir tecellisidir. Hangi surette gelirse gelsin, sevilen hep O’dur.
İbn Arabi’nin ifadesiyle:
“Sen sevdiğini zannedersin; oysa sende seven, O’dur. Ve sende sevilen de yine O’dur.”
Bu anlayışta aşk, kişisel bir tecrübeden öte, ontolojik bir hafıza hâlidir. İnsan, birini ilk gördüğünde “sanki tanıyorum” der ya hani… İşte bu “tanıma”, Kalû Belâ’dan kalma bir sırdır. Ruh, orada gördüğünü bu dünyada tekrar hatırlar. Aşk, işte bu hatırlamadır. O yüzden aşka düşmek bir hafıza patlaması gibidir: Sanki çok eski bir söz yeniden açılır. Kalp, ezelî bir sese kulak kesilir.
Zamanın içindeki bu yankı, kişiden kişiye farklı tezahür eder. Kiminde hicrana dönüşür, kiminde vuslata. Ama ne olursa olsun, her aşkın ardında Kalû Belâ’dan gelen bir özlem vardır. Ve bu özlem, insanı sürekli bir arayışa iter. Neyi aradığını bilmeden bir yüz, bir ses, bir mana peşinde yürür. Ama aslında aradığı, ilk sevdalısı olan Rabbidir.
İbn Arabi’ye göre bu ezelî hatıra, zamanın kırılmalarında yeniden parlar. Bir ân gelir, kalp durur. O bakış, o ses, o şiir… Zaman donar. İşte o ân, ruhun ezel ile temas ettiği andır. Zaman içindeki bir an, ezelî aşkı yansıtır. O yüzden aşk zamanla açıklanamaz. Çünkü aşkın kaynağı zamanın ötesindedir. Ama aşk, zamanın içinde görünür hâle gelir. Tıpkı bir aynaya düşen ışık gibi…
Ayrıca Kalû Belâ, sadece bireysel aşkın değil, tüm varoluşun kökenidir. İbn Arabi’ye göre her şey bu söz üzerine yaratılmıştır. Varlık, bu tanıklık sayesinde süreklilik kazanır. Aşk da bu varoluşun hem tohumu hem meyvesidir.
Bütün bu anlayışta aşk, sadece duygusal değil; kozmik bir hakikattir. Ve bu kozmik hakikat zamanla değil, zaman öncesiyle ilgilidir. Bu yüzden gerçek aşk, zamanla solmaz. Çünkü o aşkın kaynağı zamana tabi değildir.
Ve insan, her gerçek aşkta, her içten sevgide, bu hakikate biraz daha yaklaşır. Çünkü o anlarda zaman daralır, kalp genişler. İnsan sanki bu dünyada değilmiş gibi olur. Aşkın içinde zaman çözülür. Zaman, artık sadece beklenenin adıdır. Oysa özlenen, ezelde zaten kavuşulmuş olandır.
Bu noktada İbn Arabi’nin şu sözleri her şeyi özetler gibidir:
“Aşk ezelîdir. O, zamanın yaratılma sebebidir. Sen sevdiğini sandığında, sadece ezeli bir vuslatın yeryüzüne düşen gölgesini yaşarsın.”
İşte bu yüzden zamanın içinde yaşanan aşk, aslında Kalû Belâ’daki sözü tekrar eder. Sevgiliye her “seni seviyorum” dediğinde, aslında ezelî bir yankı dile gelir. Belki farkında olmadan, ama ruhunla sadakatini tekrar ilan edersin.
Aşkın Zamanla Dönüşmesi: Bekleyiş, Hicran, Vuslat ve Kavuşmanın Derin Manası
Aşk, bir kıvılcımla başlar ama zamanla biçim değiştirir. Tıpkı bir tohumun karanlıkta çatlaması, filizlenmesi, mevsimlerin değişimine göre şekillenmesi gibi… Aşk da zamanın içinde şekil alır, derinleşir, bazen incinir, bazen büyür. İbn Arabi’ye göre bu dönüşüm aşkın zayıflığı değil; onun sonsuzluğa açılan yapısının bir sonucudur.
Aşk önce bir arayış olarak başlar. Ruh, tanıdık olmayan bir tanışıklık hissiyle kıvranır. Zamanın içinde bir “bekleyiş” doğar. Bu bekleyiş, sıradan bir sabır hali değildir. Bu bekleyiş, ezelî kavuşmanın yeniden gerçekleşmesi umududur. Âşık, sevdiğiyle karşılaşmayı değil, tanıdığı bir hakikate yeniden kavuşmayı beklemektedir.
Bekleyiş zamanla birleştiğinde, kalp başka bir dile geçer. Zaman artık saatlerle ölçülmez, hasretle ölçülür. Günler geçmez, özlemle uzar. Bu noktada zaman, bir sınav alanına dönüşür. Ve aşk, sabırla yoğrulur.
Ancak her aşk vuslata ermez. Ya da erdiğinde bile, aşkın başka bir yüzü belirir: Hicran.
İbn Arabi’ye göre ayrılık, aşkın bitmesi değil; aşkın yeniden tanımlanmasıdır. Çünkü sevgiliye ulaştığında bile, onun yeni bir yönünü fark edersin. Ve işte o anda, yeni bir ayrılık başlar. Bu ayrılık fiziksel değildir; bir idrakin sınırıdır. Çünkü hakiki sevgili olan Allah, her anda başka bir sûrette tecelli eder. Ve her tecelli, bir öncekini siler, yeniden başlatır.
Bu yüzden aşk, daima yeniden ayrılık ve yeniden kavuşma döngüsüyle yaşanır. Vuslat, bir bitiş değil; yeni bir hicranın eşiğidir.
“Beni her seferinde bulduğunu zannedersin; oysa ben, her buluşmada senden bir adım daha ötedeyim.”
der gibi davranır sevgili.
İbn Arabi'nin şiirlerinde sıkça karşılaştığımız motiflerden biri de budur:
Sevgili gelir, sonra kaybolur.
Bir bakış fısıldanır, ardından sessizlik.
Bir vuslat yaşanır, ama o vuslat bile yeni bir özlemi tetikler.
Çünkü o vuslat, ezelî olanı tam yansıtmaz.
Sadece onun gölgesidir.
Bu nedenle, aşk zaman içinde yaşanır ama zamanla açıklanamaz. Beklemek, özlemek, kavuşmak, yeniden özlemek… Bunların hepsi aşkın suretleridir. Ama hakikat, bu değişen suretlerin ardında saklıdır.
Aşkın zaman içindeki bu seyri, aslında insanın kendi içindeki seyrine de paraleldir. Çünkü aşk sadece dışsal bir yönelim değil; içsel bir dönüşümdür. Aşk sayesinde zaman içinde sabretmeyi, yanmayı, yanarken küllenmemeyi, her defasında yeniden doğmayı öğreniriz.
Bekleyişin öğretisi, zamanı kutsal kılar.
Çünkü bekleyenin kalbi her ânı anlamlandırır.
Hicranın öğrettiği, sürekli yanan bir hatırlayıştır.
Kalp ne kadar ayrılığı hissederse, o kadar derin sevgiyle dolar.
Vuslat, bir ödül değil; bir kapıdır.
Ve o kapının ardında yeniden tanımlanan bir benlik, yeni bir aşk başlar.
İbn Arabi, bu döngüsel dönüşümü şöyle açıklar:
“Sen, sevgiliye kavuştuğunu sandığında, aslında sadece daha derin bir ayrılığa giriyorsun. Çünkü hakikat, hiçbir zaman nihai olarak elde edilemez. O, hep senden bir adım ötede durur; ki sen onu aramaya devam edesin.”
Bu bakış, aşkı nihai bir kavuşma hedefi olmaktan çıkarır. Artık mesele sevgiliye ulaşmak değil; sevgilide kaybolmaktır. Ve bu kayboluş, zamanın içinde olur. Gün gün, an an, hicranla, kavuşmayla… Her bir adım, aslında sonsuz bir döngünün parçasıdır.
Ve en sonunda insan şunu anlar:
Zamanın içinde yaşadığı aşk,
özünde zamandan taşan bir rahmettir.
Sevgili hep uzaktadır, çünkü seni yaklaştıran şey arayıştır.
Ayrılıklar çoğalır, çünkü seni diri tutan şey özlemdir.
Ve vuslat gerçekleştiğinde bile, kalbin yeni bir hicranla yeniden yanmak ister.
İşte aşkın sırrı budur.
Zamanla yaşanır, ama zamana ait değildir.

Zamanın İçindeki İlahi Aşkın Şiirsel Tezahürü
İbn Arabi’nin kaleminde aşk yalnızca bir his değil, varlığın şiirleşmiş hâlidir. Onun “Tarjumânü’l-Eşvâk” adlı eseri, bu hakikatin en saf yansımasıdır. Bu eserinde yazdığı aşk şiirleri, ilk bakışta bir insana duyulan özlem gibi görünür. Ancak bu sadece zahirdir. Batında ise, her beyitte Hakikî Sevgilinin, yani Allah’ın izleri vardır.
Eserin önsözünde İbn Arabi şöyle der:
"Lâ tutrâhû alâ’l-zhâhir fa-innehû ashdaqū li’s-sirr."
(Lâ tutrahû alâ’z-zâhir fe-innehû eşdeku li’s-sirr.)
“Zâhirine bakma, çünkü o sırra daha yakındır.”
Bu cümle, Tarjumânü’l-Eşvâk’ın bütün şiirlerini anlamamız için bir anahtardır. Her beyit, görünürde bir sevgiliye yazılmış gibi dursa da, derininde ilahi aşkın çağrısı vardır. Şimdi birlikte bazı beyitlerin Türkçe okunuşlarını ve anlamlarını inceleyelim.
1. Beyit (Beyit no: 7)
Ayyu hâtil-rukbi yâli-tarâ’inî
Inna hazzî min-zurûrikunna sha‘nī
📖 Okunuşu (Türkçe seslendirme kolaylığı için):
Eyyu hâti’r-rukbi yâli-tarâinî
İnne hazzî min zurûrikünne şe’nî
📙 Anlamı:
“Ey kafiledeki kadın, beni gören kişi!
Yıldızlarınızdan payıma düşen şey, benim kaderimi belirledi.”
Burada geçen “yıldızlar” mecaz anlamdadır. Sevgilinin bakışları ya da nazarlarıdır. Ama İbn Arabi, bu yıldızları gökyüzüne benzeterek ilahi iradeye ve kaderin akışına işaret eder. Aşk, kaderle örülmüştür. Zaman, sevgilinin yıldızlı gökyüzü gibi uzak ve parlaktır.
2. Beyit (Beyit no: 11)
Wa kad ‘āhadtuhunna ‘alā’s-sabr
Falammā ‘azamat bâlinâ khânînī
📖 Okunuşu:
Ve kad âhedtuhünne alâ’s-sabr
Felemmâ azamet bâlinâ hânenî
📙 Anlamı:
“Onlara sabır üzere söz vermiştim,
Ama ayrılık büyüyünce, bana ihanet ettiler.”
Buradaki “onlar” sevgilinin suretleridir. Âşık, sabırla sınanır ama aşkın şiddeti zamanla arttığında, kalp sabrı aşar. Zaman burada bir mihenk taşıdır. Kalp, sabırla sınanır. Ve bu sınama, aşkı daha da hakiki kılar. Hicran, sabrın içinde derinleşir.
3. Beyit (Beyit no: 15)
Wa mā lī idhā mâ shuftuhā dam‘atī
Tarāqa wa hâjanī ilâ wajdī’l-qadīm
📖 Okunuşu:
Ve mâ lî izâ mâ şuftuhâ dam’atî
Tarâka ve hâcenî ilâ vecdî’l-kadîm
📙 Anlamı:
“Onu gördüğümde gözümden yaş dökülür,
Çünkü bu beni eski vecdime, o kadim hâlime çeker.”
İbn Arabi burada “vecd” kelimesiyle derin bir manevî sarhoşluğu kasteder. Gözyaşı, zamanın değil; ezelin yankısıdır. Âşık sevgiliyi görünce değil, hatırlayınca ağlar. Ve o hatırlayış, zamanın dışına taşar. Burada “el-vecdü’l-kadîm” (eski vecd), Kalû Belâ’daki aşk coşkusudur.
4. Beyit (Beyit no: 22)
Wa mâ lî bihâ min sayrin yelûh
İllâ hubbihâ’l-kâin qabla’z-zamân
📖 Okunuşu:
Ve mâ lî bihâ min seyrin yelûh
İllâ hubbühâ’l-kâin kabla’z-zemân
📙 Anlamı:
“Onunla aramda dolaşan hiçbir şey yok,
Ancak onun sevgisi vardı, zamandan önce.”
Bu beyit aşkın ezelî kökenini doğrudan dile getirir. Aşk, zamandan önce vardır. Sevgili ile âşık arasındaki bağ, zamanla oluşmamış; zaman öncesinde yazılmıştır. Dolayısıyla bu dünyadaki kavuşmalar ve ayrılıklar, sadece ilk sevginin gölgeleridir.
Bu şiirlerin ortak noktası, zamanın içinde görünen bir aşkın aslında zamanı kuşatan bir hakikate işaret etmesidir. Sevgili her an değişir, şekil alır, kaybolur ve yeniden doğar. Ama âşık hep onun peşindedir. Çünkü aşk, zamanın biçim verdiği bir duygu değil, zamanın altına saklanmış bir ilahi sırdır.
İbn Arabi’nin Tarjumânü’l-Eşvâk’ı, aşkı anlatmaz; aşkı yaşatır. Her beyit bir yankıdır, Kalû Belâ’dan bugüne ulaşan bir fısıltıdır. Âşık her kelimede kendini bulur, sonra kendinden geçer. Çünkü bu şiirlerde zaman bükülür, aşk kendini hatırlatır.

Aşkı Zamana Sabitlemek mi, Zamanı Aşkla Eritmek mi?
Zaman, dışarıdan bakıldığında ölçülebilir bir çizgidir: saniyeler, dakikalar, yıllar... Ama aşk bu çizgiye boyun eğmez. Çünkü aşk, zamanı değil; anlamı yaşar. İbn Arabi’ye göre zaman ne kadar sınırlıysa, aşk o kadar sonsuzdur. Bu yüzden âşık için mesele, aşkı zamana sıkıştırmak değil; zamanı aşkın içinde eritmek olmalıdır.
Peki ne demektir zamanı aşkla eritmek?
Bu, ânı ilahi tecellilerle dolu bir kap gibi görmek demektir. Geçmişe takılıp pişmanlıkta boğulmamak, geleceğin hayaliyle kendini paralamamak… Aşk, şimdiki ânı kutsal kılar. Çünkü sevgili her an yeni bir sûrette görünür. Allah’ın “her an bir iş üzerindedir” (Rahman 29) ayetinde olduğu gibi, aşk da her an yeniden doğar. Eğer sen aşkı bir zamana, bir tarihe, bir hikâyeye sabitlersen, onun ruhunu kaybedersin.
İbn Arabi’ye göre âşık olan kişi, zamanla birlikte akan değil; zamanı kalbiyle durduran kişidir.
Zaman âşık için bir zindana dönüşebilir eğer o aşkı geçmişe sabitler.
Veya zaman bir cennete dönüşebilir, eğer aşkı her an diri tutmayı başarır.
Burada seçim âşığın gönlünde başlar.
Aşk, zaman içinde farklı biçimler alır: Özlem, buluşma, ayrılık, hasret, sabır… Bunlar aşkın zahiridir. Ama aşk, batında sabit bir hakikattir.
Aşk, zamanın üstüne akan bir nehir değil; zamanın içinden doğan bir sonsuzluktur.
Bu yüzden İbn Arabi’nin eserlerinde aşka dair her ifade, zaman kavramını aşındırır.
“Bugün,” der, “dün değildir. Ama aşk, her gün aynıdır.”
Çünkü aşk, zamana bağlı olmayan bir bilgidir: marifetullah.
Ona eriştiğinde dün ve yarın erir; sadece “şimdi” kalır.
Ve “şimdi”, Allah’ın adıyla parlar.
Zamanı aşkla eritmek, her ânı Hakk’ın tecellisi olarak görebilmekle mümkündür. Aşk bu noktada sadece bir his değil, bir bakış biçimi olur. Her şeyde sevgiliyi görebilmek… Bir ağacın gölgesinde, rüzgârın esintisinde, bir ayrılığın acısında bile O’nu hissedebilmek.
Zaman geçer, ama âşık her geçen ânda sevgilinin yeni bir yüzünü temaşa eder. Bu yüzden âşık zamanla yaşlanmaz; zamanla gençleşir. Çünkü her yeni ân, yeni bir vuslat ihtimalidir.
Şöyle der İbn Arabi:
“Aşk, geçmiş değildir; aşk, hatırlamaktır. Aşk, gelecek değildir; aşk, özlemektir. Aşk, an değildir; aşk, anın derinidir.”
Bu söz, aşkın zamanla değil, zamanın ötesindeki hakikatle kurduğu ilişkiyi gösterir.
Aşk, kalbin içine dökülmüş bir ezel kelimesidir. Onu zamana sabitlemek, onu kıstırmaktır. Oysa aşk, genişlemeyi sever. Zamanın da ötesine yayılır.
Bu yüzden aşk bir yüktür zamanın omuzlarında.
Ve bir kurtuluştur zamana mahkûm olan gönüller için.
Peki biz ne yapmalıyız?
Aşkı hatıralara hapsetmek yerine, her sabah yeniden aşka uyanmalı.
Zamanın içinde aşkı aramak yerine, aşkın içinden zamanı yaşamalı.
Geçmişte kalmış sevdalar için değil; hâlâ atan kalbimiz için şükretmeli.
Çünkü aşk, ne dün başlar ne yarın biter. O sadece her ân hazır olan bir sırdır.
Zaman geçtikçe aşk değil, bizim bakışımız yıpranır.
Eğer kalp diri tutulursa, aşk her gün yeniden gelir.
Ve o zaman, zamanın içinde bir ebediyet buluruz.
Aşkı zamana sabitleyen, zamanın mahkûmudur.
Ama zamanı aşkla eriten, sonsuzlukla buluşur.
Ruhsal Çözülme
Ey kalbini zamanın kıskacında unutan insan...
Şimdi hatırla.
Hatırla ki sen bir aşk ile yaratıldın.
Ezelde “Evet!” dediğin o büyük buluşma, hâlâ kalbinin derinliklerinde atıyor.
Ey Rabbimiz…
Zamanın içinde kaybolmuş ruhumuzu, aşkınla bul.
Bize ezelî hatıramızı, o Kalû Belâ’daki yeminimizi tekrar hatırlat.
Sevgiyi bize, sadece bir duygu olarak değil, Sen’in cemaline açılan bir kapı olarak duyur.
Zamanı bize bir zindan eyleme,
Aşkı bize geçici bir heves kılma.
Her ayrılığı, her gecikmeyi, her hicranı bize Sen’i anma vesilesi yap.
Sen ki hem seven’sin, hem sevilen…
Sen ki hem arayan’sın, hem bulunan…
Sen ki hem zaman’sın, hem zamansızlık…
Sen ki “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim” diyen sonsuz aşkın kaynağısın.
Ey el-Mahbûb…
Ey kalbimizi binbir sûretle çeken yegâne Sevgili…
Her mânâda Seni seviyoruz.
Senden başka sevilmeye layık hiçbir şey olmadığını biliyoruz.
Ama bunu sık sık unutuyoruz.
Bizi unutkanlığımızla değil, aşkımızla hesaba çek.
İbn Arabi’nin dediği gibi, aşkı biz seçmedik…
Aşk bizi seçti.
Ve biz şimdi, aşkın seçtikleri olarak Sana yöneliyoruz.
Bize aşkı, zamandan bağımsız bir dirilik ver.
Aşkı, ölümden önce bir diriliş kıl.
Kalbimizi Sen’in aşkınla yoğur.
Kalbimize Sen’den gayrısını alma.
Zamanı bizim için bir vuslat anına çevir.
Ey zamanın içinde gizlenmiş olan…
Ey her anda tecelli eden…
Ey her vuslattan sonra yeniden özlenen…
Bizi Sen’inle buluştur.
Ama bu buluşma bir anlık olmasın.
Bu buluşma ebedî olsun.
Seni bulan bir daha kaybetmesin.
Seni sevendeki aşk, zamanla solmasın.Zamanı da, mekanı da Senin aşkınla aşalım.
Ve bizi öyle bir hâle getir ki…
Sevgilinin kim olduğunu sormayalım bile.
Çünkü her surette Sen’i görelim.
Her ayrılıkta Sen’i hatırlayalım.
Her kavuşmada Sen’e secde edelim.
Ya Rab…
Bu sesi dinleyen kalpler varsa,
Onlara aşkı tattır.
Zamana değil, Sana bağlansınlar.
Zamanın değil, ezelin çocukları olduklarını hatırlasınlar.
Ve her yeni gün, Sen’in aşkınla uyanan bir sabah olsun onlara.
Amin.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.

$50
Product Title
Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button. Product Details goes here with the simple product description and more information can be seen by clicking the see more button.




